Bu Blogda Ara

21 Mayıs 2013 Salı

Reiki Nedir?




Reiki, Öz kaynaktan gelen ve tekâmüllerini tamamlamaya yakın olan insanlara verilen İlahi bir hediyedir. Her ne kadar Avrupalılar Reiki kelimesini “evrensel yaşam enerjisi” olarak tabir etseler de bunun böyle olmadığını Japonca anlamını incelediğimizde görebiliriz. Japonca’da “Rei” İlahi “Ki” Aydınlanma ya da Nur anlamına gelir.

İlahi Nefha tüm canlılarda ve hatta nesnelerde vardır. Onsuz bir hayat, onsuz bir canlılık zaten düşünülemez. Özünden kopup, ete kemiğe bürünüp bu âleme gelmiş olan bizler de bu İlahi Nefha’yı taşıyoruz. Evrensel yaşam enerjisi olarak tabir edilen kavram bu olsa gerektir. Reiki ise bundan farklı bir şeydir. Reiki, Hz. Âdem’den başlayıp, tüm peygamberlerde, enbiyalarda, evliyalarda, velilerde kendini göstermiş olan Nur’dur.

İnsanın aura (Nur) kanalı temizlenmedikçe de bu Nur’a ulaşmak mümkün değildir. Hz. Mevlana Mesnevi’nin 35. Beyitinde bu konuya şöyle işaret eder, “senin ruhun aynası niçin aksi haber vermiyor biliyor musun? Sathı pastan kurtulmamış da ondan.” Aura kanalları paslı oldukça İlahi Kaynak’tan saf bilgilerin alınıp insanın kendini keşfetmesi de mümkün değildir.

Günümüze kadar sadece şifa yönü ile bilinen Reiki, gerçek anlamda bir mistik ilim, bir felsefedir. Yalnız şunu vurgulamadan geçemeyeceğiz: Elle veya uzaktan şifa yöntemi diğer mistik felsefelerde de bulunmakla birlikte, öğreti, eğitim farklılığı nedeni ile buna çok zor ulaşılmaktadır.

Şifa yöntemine kavuşmak Reiki ile bir inisiye sonucu hemen oluşurken, diğerlerinde yıllar sürmektedir. İşte bu yönü ile Reiki insanın en kolay elde edebileceği bir iksirdir. Reiki inisiyesinden hemen sonra tepe çakranın açılması ile birlikte İlahi Kaynak’tan saf, berrak, temiz bilgiler, sezgisel olarak akmaktadır. Fakat terbiye edilmemiş olan ego ve nefs bu alınan bilgileri muhafaza etmeye engel olmaktadır. İşte bu nedenle kişisel keşfine devam etmek isteyen kişi ego ve nefsini ehlileştirmenin bir yolunu bulmalıdır. Asıl amaç insanın kendisini, dolayısı ile aslını bulmasıdır. Amaç Öz’ü bulmak, O’nu idrak etmektir. Önemli olan bir zerrenin içinde âlemleri görebilmektir.

İsmail Bülbül 

17 Mayıs 2013 Cuma

Skald Şiirleri


İskandinav mitleri hakkındaki ana kaynaklardan üçüncüsü olan ve genelde skaldlar olarak bilinen, saray şairleri tarafından kaleme alınmış şiirlerdir. Nazım Edda'nın anonim olmasına karşın, Skald şiirlerinin çoğu ünlü şairlere mal edilir. Bu şairlerin yaşam öyküleri genellikle korunuyor ya da siyasal bağlılıkları biliniyor olabilir. Hatta bu şairlerin şiirleri, tarihleri bağımsız kanıtlarla saptanabilecek olan dönemin kimi önemli olaylarına sıklıkla göndermelerde bulunur. Bu sebeple skald şiirleri kullanılarak yazmalar kronolojisi oluşturulabilir. Skald şiirleri ilk kez muhtemelen 19. yüzyılda yazılmaya başlanmış ve Viking çağı üzerinden Ortaçağın ortalarına kadar yazılmaya devam etmiştir.Ancak Hristiyanlığın ve Roma edebiyatının bölgeye gelişine kadar runik harflerle yazılmış tek tük şiirler dışında çok az skald şiiri yazıya geçirilmiştir. Şiirlerin yazıya geçirilene kadar ağızdan ağza tam olarak aktarılmış olduklarını varsaymamız gerekir. Bu nedenle de skald şiirlerini kanıt olarak görmek pek mümkün değildir. 

Skald şiirleri genellikle İskandinav krallarına ve soylulara yönelik methiyeler için yazılmış dizelerden oluşan, hayli ağdalı ve teknik açıdan incelikli şiirlerdir. Ayrıca bu şiirler önemli olayları kutlamak için kullanılabiliyordu. Bazen de şairin gözlemlediği veya bizzat başından geçen olaylar hakkında ayaküstü yorumlar yapabilmek için kullanılan bir araç görevi görüyordu. Skald şiirlerinin çoğu karmaşık dize yapılarına sahip olmalarının yanı sıra, az kullanıla sözcüklerin yaygın kullanılan sözcükler yerine geçirildiği, cümlelerin iç içe geçtiği ve eğretilemelerin bolca kullanıldığı karmaşık bir dilsel dokuya sahiptirler. Mitler işte bu eğretilemelerde saklı olabilirler. 





Nazım Edda, Nesir Edda ve Skald Şiirleri İskandinav mitolojisinin ana kaynaklarıdır. Taşıdıkları bilgi miktarı daha az olan ama önemli olabilecek kaynaklar da mevcuttur. Örneğin Snorri, Nesir Edda'nın yanı sıra 'Dünya'nın Düzeni' anlamına gelen Heimskringla adlı bir kitabıyla Norveç tarihini de kaleme alınmıştır. Bu çalışma, Norveç'in dokuzuncu yüzyılın sonlarında tahta çıkan 'tarihteki' ilk kralı olan ve 'Güzel Saçlı' diye de anılan Herald ile başlar ve bütün Norveçli kralların yaşam öykülerini kapsar. Herald'ın öyküsünden önce 'Yngling Hanedanlarından Kralların Tarihi' anlamına gelen Ynglingasaga adında bir kitabı vardır ve bu kitaptaki öyküler de efsanevi bazı krallar ile tanrılar hakkındadır. Saxo Grammaticus, Danimarka tarihi hakkında 13. yüzyılın hemen başında Latince kaleme aldığı Gesta Danorum adlı çalışmasını, söz gelimi Snorri'de bulduğumuz türden mitolojik malzemelerle tutarsızlıklar sergileyen pek çok mite ve efsaneye dayandırmıştır.

Farklı zamanlardan ve mekanlardan gelen ve farklı edebi gereksinimlere cevap veren kaynaklardan hareketle İskandinav mitolojisinin tutarlı bir açıklamasına ulaşmak pek mümkün görünmemektedir. Öykülerde bir karışıklık olduğu ortadadır. Kimisi açıkça belli bir sırayı takip etmektedir, kimisi ise oldukça dağınık ve bölük pörçük anlatılmaktadır. Bunların ne kadarının gerçek İskandinav efsanesi, ne kadarının sonradan uydurulan edebi öykülerden olduğunu anlamak güçtür. Mitlerin İskandinav inanışlarıyla ne gibi bir ilişkisinin olduğu da ayrı bir tartışma konusudur. 

*R.I. Page 

Nesir Edda



Snorri Sturluson, ülkesinin tarihi ve edebiyatı hakkında son derece engin bir bilgi birikimine sahip İzlandalı zengin bir çiftçi, yerel bir siyasi önder, bir kodaman, bir sefir ve dönemin Norveç kralı Hakon Hakonarson'un hizmetinde çalışan bir casustu. Ayrıca kendisi de bir şairdi ve Nesir Edda'yı yeni yetme şairlere yol gösterebilmek amacıyla bir çeşit mitoloji el kitabı olarak M.S. 1220 yılında derlemişti.

Nesir Edda, dört bölümden oluşmaktadır; Giriş, Gylfaginning (Gylfi'nin Kandırılması), Skaldskaparmal (Şiir Dili) ve Hattatal (Nazım Biçimleri Listesi). Hattatal'da ilk dönem İskandinav saray şairleri tarafından kullanılan farklı nazım biçimlerine ilişkin açıklamalar ve çeşitli örnekler mevcuttur. Kitabın ilk üç bölümü tutarlı bir bütün oluşturur. Bu bölümlerin yazılma amacı Skaldskaparmal'da genç şairlere "şiir dilini öğretmek, geleneksel terimleri kapsayan geniş bir kelime haznesi kazandırmak ya da şiirleri takip edebilmeleri için şiirlerde yer alan eğretilemeleri doğru anlamalarını sağlamak" olarak dile getirilmiştir. Bu anlamda Nesir Edda, şiir sanatıyla uğraşmaya yeni başlayan şairlerin şiirlerde karşılaşılan yaygın mitolojik göndermeleri doğru anlayabilmelerine yardımcı olmak amacıyla yazılmış olan, açıklayıcı nitelikte bir kılavuz kitaptır.



Öte yandan Snorri de Hristiyan'dı ve özellikle pagan tanrıların maceralarını anlatan öyküleri çarpıtmadan aktarması ondan beklenemezdi. Buna göre Snorri ele aldığı konular ile kendi düşünceleri arasında çeşitli yollarla belli bir mesafe koymuştur. Öncelikle Nesir Edda'ya tamamen ilkel antropolojik gözlemlerle dolu bir giriş yazısı yazmıştır. İlk çağlarda insanların evrendeki düzenin farkına nasıl varmış olabilecekleri ve bu düzenin bir yöneticisi olması gerektiği sonucunu nasıl çıkarmış olabilecekleri hakkında kendi fikirlerini yazmıştır. Ona göre ülkemizde bulunan Truva şehri, ilk toplumların en görkemlisiydi ve her biri insanüstü niteliklere sahip prensler tarafından yönetiliyordu ve bu prenslerin bağlı oldukları tek bir kralın egemen olduğu on iki krallık mevcuttu. Bu hanedanlardan birinin veliahtı olan Tror'un (Thor) izini sürmüştür. Serüven peşinde yollara düşen Thor, Sif (Sibil) adında güzeller güzeli bir cadıyla tanışmış ve ikisinin birlikteliğinden büyük kahramanlarla dolu bir soy doğmuştur. Bu soydan gelen Odin'in şanının diğer bütün krallardan büyük olmasını sağlayacak birtakım doğaüstü güçleri varmış. Odin, Asya'dan ayrılıp Kuzey'e doğru seyahat etmiş ve o bölgedeki krallıkların her birine kendi oğullarını getirip kuzeyli toplumları Truva örneğine göre düzenlemiştir. İskandinavya'nın büyük kralları bu Asyalı göçmenlerin soyundan gelmiştir ve insanlar bu göçmenlere eski İskandinav dillerinde tanrılar anlamına gelen 'Aesir' demişlerdir. Snorri burada Ortodoks Hristiyan gibi bir tavır takınarak pagan tanrıları, cahil takipçileri tarafından tanrılaştırılmış olan eski kahramanlar olarak tanımlar.

Snorri Nesir Edda'sının ilk bölümü olan Gylfaginning, bir araya getirdiği mitolojik malzemeyi öyküleyici çerçevede aktarır. Snorri'nin elindeki mitolojik malzemenin en azından bir kısmını Nazım Edda gibi şiirlerden deşirmiş olduğuna kuşku yoktur. Ama bu malzemelerin hepsinin aslına sadık olduğunu söyleyemeyiz. Gerçi öyküleri anlatırken verdiği ayrıntıların fazlalığı, onun halk hikayelerinden ve efsanelerden oluşan sağlam ir kaynağa sahip olduğunu da belirtebilir.



Snorri öyküler vasıtasıyla, Nesir Edda'yı yazmasının ardında yatan asıl amacın ne olduğuna gelir; şiir sanatının diline, betimlemelerine, kullandığı eğretilemelerin İskandinav mitleri bağlamında nasıl anlaşılabileceğine dair bir tartışma başlatmak. Bu noktada Skaldskaparmal'ın öyküsel anlatı çerçevesi geri çekilir ve Snorri doğrudan soru sormaya başlar. Altın niçin 'Sif'in saçları' ya da 'Su samurunun kan parası' veya 'Aegir'in ateşi' olarak anılır? Ayrıca şiirlerde kullanılan imgeleri verir ya da çeşitli tanrılara göndermede bulunmak için hangi eğretilemeleri kullanmanın uygun olduğunu belirtir. "Tyr'i nasıl tanıyabilirsiniz? Elbette ona 'tek elli tanrı' ya da 'kurdun bakıcısı' diyerek". "Peki, Hod'u nasıl anabilirsiniz? 'Ona 'kör tanrı', 'Baldr'ın katili' ya da 'ökseotu fırlatan' diyerek. Bu eğretileme ya da eski İskandinav dilindeki adıyla kenning, pekala kısaltmalar kullanılarak yazılmış bir mit olabilir. Bu, İskandinav saray şiirinin temel özelliklerinden biridir.

Üçüncü bölümde ise son kaynağımız olan Skald şiirlerine değineceğiz...

R.I.Page - İskandinav Mitleri isimli eserden derlenmiştir.

Nazım Edda

İskandinav mitleri hakkındaki bilgilerimiz başlıca üç kaynağa dayanır. Bu kaynaklardan biridir Nazım Edda. Birbirleriyle bağlantılı ama dağınık metinlerden ve şiirlerden oluşur. Derlemenin kalbini yüzyıllar boyu Kopenhag'daki Kraliyet Kütüphanesi'nin hazinelerinden biri olarak kalan ve 1971'de Danimarka ile İzlanda arasındaki anlaşma sonucu ana vatanına dönen Codex Regius yani Kraliyet El Yazması oluşturur.



Codex Regius, İzlanda'nın Hristiyanlığı kabul etmesinden yaklaşık 300 yıl sonra, 13. yüzyılı ikinci yarısında kaleme alınmıştır. Bu el yazmasının içinde on bir tanesi mitolojik konuları ele alan, on altı tanesi ise nesir tarzındaki iki k metinle birlikte Germen eski çağının erkek ve kadın kahramanları hakkında yazılmış olan toplam yirmi dokuz şiir bulunur. Metinlerde yer alan şiir alıntıları, elimizde bulunan yazmalardan çok daha fazlasının kayıp olduğuna işaret eder.

Codex Regius'un içinde geçen Edda şiirlerinin nerede ve ne zaman yaratılmış olduklarını belirlemek neredeyse imkansızdır. Codex Regius, farklı tarihlerde ve farklı yerlerde yaratılmış çalışmaları bir araya toplamıştır. Şiirlerin bazıları Viking çağının ilk yıllarından, kimisi ise 12. yüzyıldan kalmadır. Kimisi Norveç'ten, kimisi ise daha batıdaki İrlanda ya da Grönland gibi diğer yerleşim yerlerinden gelmiştir.

Edda şiirlerinin bazısı tanrıların serüvenlerini anlatmak amacıyla sahnelerin birbiri ardına hızla değiştiği ve araya konuşmaların serpiştirildiği bir anlatım kullanır ve balad tarzındadır. Kimisi ise mitolojik bilgileri dinleyiciye aktarmak amacıyla doğaüstü varlıklar arasında geçen konuşmaları kullanır ve soru cevap tarzındadır. Bazen de tanrılardan birine atfedilen bir atasözünün ya da özdeyişin yer aldığı bir dizi dörtlük şeklinde karşımıza çıkarlar. Bütün bunlar İskandinavların kendi tanrılarını nasıl tasvir ettiklerini gösterir.

Edda içindeki dizelere serpiştirilmiş mizahi öğelerin çokluğu karşısında akla böylesi dizeleri kimin yazmış olabileceği gelir. Acaba bir pagan bir yandan kendi tanrılarıyla bu şekilde fütursuzca dalga geçerken, diğer yandan onlardan yine de medet umabilir miydi? Yoksa bu şiir sahte tanrıları aşağılamak isteyen muzip bir Hristiyan tarafından mı kaleme alınmıştı? Eğer bu şiirleri muzip bir Hristiyan yazmışsa, kaynağını İskandinav Mitolojisinde bulan gerçek mitlere mi dayanıyor yoksa eski inancı hor görüp kötülemek için uydurulmuş bir öyküden mi ibarettir? Bu konudaki tartışmalar halen devam ediyor.



Snorri Sturluson (1179-1241) Nesir Edda adlı kitabında Nazım Edda kitabında bulunan bazı öykülerin daha ayrıntılı özetlerini sunmuştur. Geçelim İskandinav Mitleri hakkındaki 2. kaynağımız olan Nesir Edda'ya...

R. I. Page - İskandinav Mitleri adlı eserinden derlenmiştir.

İskandinav Mitlerinin Kaynakları



İskandinavlar sözcüğünü duyduklarında, İngilizlerin aklına hemen M.S. 800 ile 1100 yılları arasındaki 300 yıllık süre zarfında dört bir yanı fethetmiş, sömürgeleştirmiş, yağmalamış, ticaretle uğraşmış ve hatta kimi zaman İskandinavya'nın doğusunda ve batısında yerleşim yeri kurmuş olan gözü pek ve acımasız Viking halkı gelir. Sizlerin de bu cümleleri okurken içinizden Travis Fimmel'in canlandırdığı o muhteşem karakterin ismini geçirdiğinizi duyabiliyorum: Ragnar Lothbrok! Sanırım bu dizi bizim bu kültürü tanımamıza epey katkıda bulunuyor ve bulunmaya da devam edecek...



Özel olarak araştırmadan, sadece yukarıda bahsi geçen diziyi izlediğinizde bile Viking halkının pagan bir dinleri ve karmaşık bir pagan mitolojileri olduğunu kuşkusuz anlarsınız. Onların mitolojilerine ilişkin bilgilerin gün yüzüne çıkması oldukça zor görünüyor çünkü Vikingler pek okur yazar insanlar değillerdi ve inançlarının ancak bir kısmını, mitlerinin ise pek azını kayda geçirmişlerdi. Bu sebeple aslında bugün Vikingler hakkında sahip olunan o çağa ilişkin bilgiler İskandinavya dışından, Vikingler sonrasına ilişkin bilgiler ise İskandinavya içindeki kaynaklardan gelmektedir. İskandinavya dışından edinilen bilgiler, onlara pek sıcak bakmayan Hristiyanlar tarafından kaleme alınmıştır bu sebeple oldukça az sayıdadır. Daha sonraki dönemlerde İskandinavya'da bulunan yazılar ise belki gerçekten de doğrudan Viking kaynaklarına dayanıyordur. Ancak bu yazıların ne ölçüde doğru ve tam bilgi verdiği hakkında bir şey söylemek mümkün değil. Çünkü bu yazılar da incelendiğinde; yazılarda kullanılan üslup ve ifadelerin genelde Avrupalıların ve Hristiyanların ortak düşünüş ve yaşam tarzlarından etkilendiği görülür.



İskandinavya'da Hristiyanlığın kabulü ile İskandinavların davranışlarında ya da inançlarında bir takım değişiklikler meydana gelmiş olabileceği gibi, bazı Hristiyanlık mitleri İskandinav mitlerine eklenerek değişik bir türe de bürünmüştür. Bunlara örnek olarak Cumbria'daki Gosforth kilisesi gösterilebilir. Burada kilise mezarlığında bulunan 11. yüzyıldan kalma görkemli haç üzerinde çarmıha gerilme sahnesinin tasvir edildiği oymalar vardır. Ancak yine aynı mezarlıkta İskandinav tanrıları hakkındaki mitleri tasvir ettikleri düşünülen başka heykeller de bulunmuştur. Yine Man Adası'ndaki Andreas'ta bulunan ve üzerinde haç şekli olan mezar taşı da oldukça ilginçtir. Bu mezar taşı üzerinde, bir hayvan tarafından söz konusu haçın kollarının biri altında vahşice saldırıya uğrayan mızraklı bir sima tasvir edilmiştir. Genel kanı, bu simanın korkunç kurt Fenrir'in saldırısına uğrayan Tanrı Odin olduğu yönündedir.



İskandinav mitlerinin Viking çağından kalma özgün kayıtlarına ulaşmak istiyorsak; metinlere değil, oymalara, Thor'un çekici şeklindeki muskalara ya da ne olduğu kuşkulu olan ama kimileri tarafından tanrıların özelliklerini yansıttıkları düşünülen heykelciklere bakmamız gerekir. Eğer bu mitlerin çok daha ayrıntılı hallerini öğrenmek istiyorsak, geçen zamanla birlikte mitlerde ortaya çıkabilecek tahrifatlar ve tutarsızlıklarla uğraşmayı göze alıp Ortaçağ İskandinavyasından kalma kaynaklara başvurmak zorundayız.

R.I. Page - İskandinav Mitleri isimli kitaptan derlememdir.

Helen: Bilgeliğin İlahi Çekiciliği



Mitolojik hikayeler, tüm kahramanların Zeus'un kızı Helen ile evlenmek istediklerinden bahseder. Bu tüm kahramanların en büyük arzusu ve hedefiydi. O ise, birinden diğerine gidiyordu. Menelaos'la olduğu gibi ya biriyle evleniyor ya da onu terk ediyordu. Ona sahip olmak neredeyse imkansızdı...

"Helen'in amacı kahramanları cezbetmektir. Theseus onu bir gün kaçırır. Ancak daha sonra kardeşlerinin onu almasına izin verir. Helen de daha sonra Menelaos'la evlenir. Ancak Menelaos sahip olduğu şan ve şöhretten dolayı sürekli uyuyordu. Hiçbir gelişme göstermiyordu. Bunun üzerine Paris Helen'i kaçırarak Truva'ya götürmek istedi..."
Burada geçen hikayeleştirilmiş motiflerin hepsi birer sembolden ibarettir. Tüm bu evlenme kaçırma hikayeleri tamamen mitolojik bir kurgudur. Bu kurgunun anlatmak istediği gerçek ise bambaşkadır. Sözü edilen kurguyu anlayabilmek için Helen'in neyi sembolleştirdiğinin bilinmesi gerekir. Çünkü asıl sır, onun çevresinde dönmektedir.

Zeus'un kızı olduğu için, onun bilgisini taşır. İşte bütün kahramanların asıl peşinde koştuğu da bu bilgidir.

Helen: Bilgeliğin ilahi çekiciliğinin sembolüdür. Ve o sadece arınmış kişilere verilir...

Gothe konuyla ilgili şunları söyler; "Helen'i görmüş olan kişi asla bir daha kendisine gelemez ve eski halini bulamaz."Ezoterizm'de ise; O küçük sırlardan büyük sırlara geçme gayretini gösterenlere vaat edilmiş ilk mükafatı sembolize eder. O, Tanrısal olanla, insani olan arasında bir köprüdür. İlk kaynağa dönüş hattı üzerindeki birinci aşamadır.

O her ne kadar ilahi bilgeliğin çekiciliğini sembolize etmekteyse de, yine de sadece bir köprü görevi görmektedir. Yani o nihai hedef değildir. Nitekim mitolojilerdeki Güzel Helen'in sürekli başkalarıyla evlenmesi de bunu gayet açık şekilde dile getirmektedir.Ne zaman bir kahraman (mist, mürit, inisiye adayı) Helen ile evlenmeye muvaffak olursa, daha yukarıya tırmanmak için onu aynı zamanda terk etmek de zorundadır.





Bu anlatılmaya çalışılan mesele "İnisiyatik Çalışmalar"ın ve "Ezoterik Öğretiler"in en önemli noktalarından biridir. Büyük araştırma ve çabalardan sonra belli bir sadeleşmeyle birlikte elde edilen anlayışların da, belli bir süre sonra terk edilmesi mecburiyeti vardır. Aksi takdirde insiiyatik öğretide ilerleyebilmek mümkün değildir. Çünkü o bir yoldur ve  yolda karşılaşılan bilgilerin yerine, ilerde çok daha derin seviyeli bilgiler adayı beklemekteydi. Eğer aday belli bir bilgiye takılıp kalırsa, ilerlemesi mümkün olmamaktaydı.

Elde edilen her bir realitenin bir üstü bulunduğunun hiçbir zaman unutulmaması gerektiğini anlatan Güzel Helen'in hiçbir zaman unutulmaması gereken macerası bu nedenle ayrı ir değer taşır. Oysa ki günümüz insanı çok rahat elde ettiği birkaç bilgiyi ulaşabileceği en son gerçek sanma yanılgısına çok rahat düşebilmektedir. Hatta bundan gurur ile duymaktadır.

Ergun Canan - Gizli Sırlar Öğretisi

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Çeşitli İnançlarda Cennet ve Cehennem




Cennet ve Cehennem özellikle semavi dinlerde kulun ölümden sonra gideceği yerlerdir. Semavi dinlerdeki anlayışa göre  Cennet, Peygamberlerin davetlerine uyarak iman edip, dünya ve ahrete ait işleri elden gelen bütün kudretle ve özenerek yapmış olmanın ahretteki bir karşılığıdır. Cehennem ise bu çağrıyı kabul etmeyen ve Tanrı dini olarak gösterilen bu dinlerin ibadet ve gereksinimlerine uymayan insanların cezasını çekecekleri yer olarak tasvir edilir. Semavi dinlerde diğer çoğu inanç sisteminde olduğu gibi iyilik, güzellik, yardımseverlik gibi konularında yanında Tanrı’nın emirlerine uyma olgusu Cennet’in kapısını aralar. Aksi takdirde insan, “Cehennem Azabı” ile karşı karşıyadır. Cennet ve Cehennem olgusu bir nevi ödül - ceza sistemidir. Cennet için; “günahsız ya da günahlarından arınmış kulların öbür dünyada sonsuz bir mutluluk içerisinde yaşayacaklarına inanılan yer, iklimi çok hoş, çeşitli nimetlerle dolu, her yanı şahane bir şekilde süslenmiş, iyi ve günahsız insanların girecekleri ahiret evidir.” Tanımı yapılırken, Cehennem için; günahkâr kulların azap ateşi içinde günahlarının cezasını çekeceği yer olarak bahsedilir.      

Cennet ve Cehennem olgularının Semavi dinler öncesi toplumlarda da farklı inanış ve isimlerde tasvirleri mevcuttur. Örneğin; Eski Yunan inancında ölenler öncelikle “Hades Evi”ne gönderilir oranın bekçisi üç başlı köpek “Kerberos” eşliğinde kapatılır ve bir daha o kapıdan çıkamazlardı. Yer altı Tanrısı Hades’in başkanlığını yaptığı yargılama sonucu suçlu bulunurlarsa “Tartaros”a atılır, suçsuz görülürlerse “Elysium Bahçesine” gönderilirlerdi. Burası rengârenk çiçeklerle, nehirlerle bezeli insanların huzur içerisinde sonsuz yaşamı sürdüğü bir bahçe idi. Öte yandan “Tartaros” çukuruna atılanlar Erinys’ler tarafından cezalandırılır ve sonsuz acı çekerlerdi.




Aynı şekilde Germen mitolojisinde de ölüm sonrası yaşam ve Cennet, Cehennem tasvirleri mevcuttu. Ölüler tanrıçası Hell tarafından sorgulanan ölüler suçlu bulunurlarsa “Niflheimr” denilen azap mekânına gönderilirdi. Germen toplumunda savaşçı olmanın önemi büyüktü. Savaş dışında ölen suçsuz insanlar Hell’in bölgesinde yaşar ancak savaş esnasında ölenler Germen kültüründe ki Cennet tasviri olan “Valhalla” ya götürülürdü. “Valhalla”da yaralarının çokluğuna göre gençleşir ve o derece de sefa sürerlerdi.          

Kelt inancında ise dünyevi bir cennet fikri hâkimdi. Okyanusun derinlerinde ya da çok uzağında bulunan bir adayı cennet olarak tasvir ederler ve ölülerinin ruhlarının orada sonsuza dek eğlendiğini düşünürlerdi. Kelt inancında herhangi bir Cehennem tasviri bulunmamaktaydı. Bunun yerine sadece iyi ruhların o adaya gidebileceği kötü ruhların ise sonsuza dek o adayı bulamayacağı düşünülürdü.            




Budizm’de ise tekâmül kavramının varlığından dolayı kalıcı bir Cennet ya da Cehennem kavramı mevcut değildir. Tavatimsa denilen bir geçici ikamet mekânı vardır. Ölümü tadan kişiler Tavatimsa’da derecelerine göre geçici olarak ikamet ederler. Nirvana’ya ulaşma ile ilgili ilim ve irfan sahipleri Tavatimsa’nın en üst derecelerine kadar varabilir. Ancak hiçbir ruh Tavatimsa’da kalıcı ikamet edemez. Oradaki süresini tamamladıktan sonra farklı bir kimlik ve özellik ile reenkarne olur. Budizm’de ayrıca bir Cehennem kavramı da yoktur. İnsanların Tavatimsa’da kalış ve oranın nimetlerinden yararlanma süreleri iyilik ve kötülük derecelerine göre değişkendir.               

Birçok Uzak Doğu inancında Cennet ve Cehennem kavramları mevcut değildir. Örneğin Taoizm, Şintoizm, Konfiçüsçülük gibi.          


 

Amerikan Kızılderili kabilelerinde inançlar konusunda çeşitli farklılıklar olsa da Cennet kavramı ortaktır. Ölümden sonra “Vakui” denilen Cennet benzeri bir yere gidileceğine inanılır. Ancak burası sadece Kızılderili’lerin Cennet’idir. Kızılderili olmayanlar için başka bir yer vardır. Ancak orası hakkında bilgileri yoktur. Kişi öldükten sonra etrafı meyvelerle kaplı bir yoldan yürür. Bu meyvelerden yemez ise üzerinde köprü olan bir nehre ulaşır. İyi bir insansa bu köprüden geçerek “Vakui”ye olan yolculuğuna devam eder. Kötü biri ise o köprüden düşer ve balık olur. Yani Kızılderililer de bir Cehennem inancı yoktur. “Vakui” dost ile düşmanın kardeşçe yaşadığı ve dansların, her türlü yemeklerin, atalarının ve mutluluğun olduğu bir yerdir. Burada iyi insanlar birlikte yaşarlar… “Vakui”ye gidiş yolculuğunun 4-5 gün kadar sürdüğüne inanılır. Bu sebeple ölen kişinin mezarına yiyecek ve içecek bırakılır. Bu yiyeceklerin yetmemesi ihtimaline karşı bir de yay ve ok bırakılır ki yolda avlanabilsin. 

Aztekler’de ise Cennet ve Cehennem’e gidiş yolu tamamen ölümün şekline bağlı olarak değişmekteydi. Aslına bakarsanız Aztekler’de Cennet kavramı tanrı katı olarak geçmektedir. Ancak Cehennem kavramı bizim bildiğimiz anlamı ile kullanılmamaktadır. Yeraltı olarak ifade edilen ve yaşlılık, hastalık gibi doğal yollardan ölen insanların gittiği yerde herhangi bir ceza çekme kavramı bulunmamaktadır. Kurban törenlerinde öldürülen adaklar ve savaşlar esnasında ölenlerin Güneş ve Savaş Tanrısı Huitzilopochtli’nin yanına gittiğine inanılırdı. Bu Azteklerin savaşçı ve vahşi ruhu ile alakalı bir durumdur. 


Sümer inancında ise ölülerin gittiği dünya tektir ve buradan dönüş yoktur. “Kur” denilen bu dünyada tanrılar, yüce kişiler ve tüm ölüler bir arada yaşar. Sümer inanışında bu yeraltı dünyası için kan akıtmak ve adak sunmak gerekliydi. Aksi takdirde ölülerin ruhlarının kendilerini rahatsız edeceği ve tanrıların kendilerine felaket göndereceğine inanılırdı. Ayrıca tanrılar bahçesi olarak bilinen “Dilmun” adında bir yer daha vardı. Bu bahçeye ise “Kur”da süresini doldurmuş kişiler gidebiliyordu. Ancak her ölen ruh “Kur”a gitmek zorundaydı. “Dilmun” alabildiğine çayırların ve meyve bahçelerinin olduğu, Enki’nin (Sümer su ve bilgelik tanrısı) tatlı sularla bezediği son derece muhteşem bir yerdi ve “Kur”da zamanını dolduranlar bu yere gelebilme hakkı kazanıyordu.   

Eski Mısır’da ise ölüm sonrası inanışı çok daha hâkimdi. Bu sebeple ölülere çok özen gösterilirdi. Ölen kişi Tanrı Osiris başkanlığında bir mahkemede yargılanır yaptığı iyilik veya kötülüklerin ağır basmasına göre “Anu” yada “Amenti”ye gönderilirdi…     




“Anu” insanların tanrılar ile birlikte oturup yemek yiyebildikleri, kadınların erkek, erkeklerinde kadına sahip olabildiği sonsuz mutluluk ülkesi idi. Tanrılar ölen kişinin adına göğe bir yıldız yerleştirir ve onu adını sonsuza dek yaşatırdı. Burada ölen kişi mülk sahibi olabilir ya da istediği şeyleri bu verimli topraklarda yetiştirebilirdi.  

Ancak kişinin kötülükleri ağır basıyorsa Osiris tarafından “Amenti”ye gönderilirdi. “Amenti” türlü acılar ve işkenceler olan bir yer altı dünyasıydı. Kötü insanların buradan dönüşü ancak hükümdarları olan firavunun ölümünden sonra onun “Anu”ya ulaşması ve isteğini Osiris’e sunması ile mümkün olurdu.


Son olarak Zerdüşt inancındaki Cennet ve Cehennem kavramlarına değinmek istiyorum. Zerdüşt dininde dünyada gidecekleri yol insanlara bırakılmıştır. Yüce tanrı ve iyiliğin temsili Ahura Mazda ve kötülüğün temsili Ehrimen arasında seçim yapabilirler. Seçimlerine göre öldükten sonra Ahura Mazda huzurunda yargılanırlar ve Sırat Köprüsüne benzerliği dikkat çeken “Çinvat Peretu” yani “Karşılık Köprüsü”nden geçerler. Eğer kişi iyi ise “Çinvat Peretu”dan kolayca geçer. Köprünün sonunda ölen kişiyi güzel bir kız karşılar ve Ahura Mazda’nın diyarının güzelliklerini gösterir. Kişi kötü ise bu köprüden geçemez ve karanlıklar diyarına, Ehrimen’in yanına düşer.        

Çinvat Köprüsü’nden geçenler Ahura Mazda’nın Ehrimen’i yok edeceği ve dünyanın tekrar yaşanabilir olacağı günü beklemektedir. Karanlık diyara gidenler hakkında çok fazla bilgi yoktur.

metalportal (dawnofrelic)

14 Mayıs 2013 Salı

Şanlı Urfa'da Bir Gizem: Göbeklitepe


Home Picture 1

İnsanlık tarihi hakkında tüm bilgilerimizi yeniden sorgulatan, dünyanın ilk Tapınağı Göbeklitepe, günümüzden 12.000 yıl önce inşa edilmiştir. Arkeolojik açıdan Çanak-Çömlek öncesi Neolitik A dönemine yani MÖ.9600 - 7300 yıllarına ait olan Göbeklitepe'de, 1995 yılında bir tepe üzerine inşa edilmiş çok sayıda yuvarlak biçimli yapı bulundu. Kazı çalışmaları 1995 yılından beri Prof. Klaus Schmidt tarafından yürütülüyor. Toplamda 20 adet olan ancak şimdilik altı tanesi çıkarılan bu yapılardan elde edilen verilere göre bu yapılar dini amaçlı kullanılmışlar. Taş devrinden kalma bu tapınakların yapılışında ortak bir özellik mevcut. Hepsi T biçiminde sütunlar ile çevrilmiş ve yuvarlak şekilli yapıların hepsinin içinde T şeklinde iki sütun karşılıklı duruyorlar.


Home Picture 2Home Picture 3
Arkeologlar boyları 3-6 metre arasında değişen bu sütunlar 40-60 ton ağırlığında... Üzerlerindeki el ve kol tasvirleri nedeniyle insanı sembolize ettiklerini düşünüyorlar. Yine bu sütunlar üzerine işlenmiş birçok hayvan tasviri ve soyut semboller de mevcut. Avcı-toplayıcı dönemindeki insanların basit el aletleri kullandıkları bilindiğinden, günümüzden 12.000 yıl önce bu ağır ve yüksek sütunları nasıl işledikleri, buraya nasıl getirdikleri ve nasıl diktikleri büyük bir muamma...

Home Picture 4
Bu muammanın yanı sıra günümüze kadar bozulmadan korunmuş olarak kalması ve yapıldıktan yaklaşık 1000 yıl kadar sonra tamamen gömüldüğü anlaşılan Göbeklitepe'nin neden gömüldüğü soruları da zihinleri kurcalıyor.

*Derlenmiştir.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

İnisiyasyon'da Kullanılan Yöntemler ve Teknikler




İnisiyasyon şuurlanma yolunda yapılan bir dizi çalışmadan oluşur. Bu çalışmaların hedef aldığı nokta: İnsanın önce kendisinin en kaba taraflarından başlayarak, gittikçe en üstün şuur hallerine geçerek İnsan-ı Kamil denilen bir seviyeye çıkmasıdır. İnisiyasyonun amacı budur. Bu amaca ulaşabilmek için de inisiyasyonda kullanılan bazı yöntemler ve teknikler vardır. Bunlar: Oruç, Zikir, Konsantrasyon Çalışmaları ve Parapsişik Yeteneklerin Kullanılması ile gerçekleştirilen özel çalışmalardan oluşurdu.



Oruç: Buradaki oruç genellikle bildiğimiz aç kalmaktan ibaret olan bir oruç değildir. İnisiyatik çalışmalarda orucun çok farklı şekilleri vardı. Sadece bedeni oruç değil, her türlü duygusal hazlardan ve negatif enerji yayan düşüncelerden de sakınılan özel oruç tutma yöntemleri uygulanmaktaydı.



Zikir: Belirli bir enerjiyle beslenmiş bir kelime kalıbının uzun süre tekrarlanmasıdır. Kullanılacak sözcük bazen tek bir kelimeden bazen de bir cümleden oluşurdu. Her ulusun ezoterik çalışmalarında kullandığı zikir kalıpları kendi lisanlarından seçilmiştir. Şeyhler ve rahiplerce özel olarak yoğun enerjilerle doldurulan bu sözcüklerin tekrarlanmasıyla; hem o enerjiyi öğrencinin içine sindirmesi, hem de düşüncelerini gereksiz yerlerden çekerek tek bir noktaya kilitlemesi sağlanmaktaydı. Bu çalışmaların ileriki aşamalarında büyük bir konsantrasyon sağlanır ve vecd halinin yaşanması gerçekleştirilirdi. Vecd denilen şey, inisiyenin ruhsal planlarla kontak kurmasını ve kendi öz varlığının derinliklerine inmesine imkan sağlayan farklı bir şuur haliydi.



Konsantrasyon: Zikir çalışmalarına yardımcı bir yöntem olarak ayrıca çeşitli konsantrasyon çalışmaları da uygulanmaktaydı. Bu teknikler düşüncenin belirli bir süre sadece belirli bir noktaya kilitlenmesine yönelikti. Son derece güç bir çalışma olan konsantrasyon egzersizleri, inisiye adayına sonunda büyük bir güç kazandırmaktaydı. Düşünce enerjisini yoğunlaştırmayı öğrenen öğrenciler, bu yeteneklerini çeşitli alanlarda kullanırlardı. Düşüncenin kontrol altına alınması inisiyasyonun en çok üzerinde durduğu çalışmalardan biriydi. Bu gerçekleştirildikten sonra, inisiye adayında gözle görülür farklılaşmalar başlardı. Bunların başında Parapsişik yeteneklerin ortaya çıkması gelirdi.



Parapsişik Yetenekler: Günümüz Parapsikoloji Bilimi’nin “Duyular Dışı Algılamalar” adını verdiği Parapsişik Yetenekler inisiyatik çalışmalarda başarıyla kullanılmaktaydı. Tabi bunun olabilmesi için oruç, zikir, konsantrasyon gibi metotların başarıyla yerine getirilmiş olması şarttı.

Bütün bu zorlu çalışmalardan sonra ortaya çıkmaya başlayan Parapsişik Yeteneklerden en çok kullanılanları: Durugörü, Astral Seyahat, Telepati, Telekinezi ve Sezgiler’di…

Ergun Candan - Gizli Sırlar Öğretisi

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Tesadüf






Tesadüf kelimesi günlük konuşmalarımızda sıkça kullandığımız bir sözcüktür. Fakat günlük dilde bir kavram ya da felsefi anlamda kullanmayız. Ancak dikkatli ve bilgili bir zihin bu sözcüğü kullanırken oldukça itinalı davranacaktır.

Tesadüf kelimesi Arapça’dır. Türkçe' ye en yakın karşılığı rastlantıdır. Rastlantı, önceden kestirilemeyen, isteğe, kurala veya belli bir sebebe dayanmaksızın bir olayın ortaya çıkmasıdır. Batı dillerindeki karşılığı ise şans olup, talih, fırsat, ihtimal gibi anlamlara gelir. Fakat Türkçe' deki günlük kullanımda fırsat anlamı neredeyse hiç bilinmemektedir.

Tesadüfün çeşitli tanımlamaları vardır. Örneğin; düşük ihtimalli bir şeyin olması, yalnız olasılıklara bağlı olduğu düşünülen olayların görece nedeni, sebepler ve olaya dahil parametrelerin önemli bir kısmı görülemediğinde yapıştırılan etiket, olması imkansız gelen bir şeyin olması halinde, derinlikte vurgun yememek korkusu adına kabullenmeyi sağlayıcı bir kelime gibi açıklamalar bunlardan bazılarıdır.

Yaşamımızda karşılaştığımız olayların belirli sonuçlara doğru birbiri ile bağlanış ve sıralanışı acaba rastgele mi olmaktadır? Olayların amaçsız ve önceden tasarlanmadan birbiri ile bağlantısı var dersek o zaman tesadüfün tanımı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bu mantıkla bakarsak tesadüfte şuurlu bir işleyiş, oluş yoktur. Sayısız olay, olanak ve pozisyonlardan birinin bile gerçekleşmesiyle ortaya bazı sonuçlar çıkıyor ve bu sonuçlardan da bir şuur, bir amacın gerçekleştiği görülüyorsa buna tesadüf denebilir mi?

Avucumuza bir sürü harf alıp bunları yere serpsek, serptiğimiz harflerden düzgün bir cümle meydana gelme olasılığı azdır. Eğer kombinasyon hesabı yaparsak böyle bir şeyin meydana gelme olasılığı herhalde milyarda bir ihtimaldir. Buna rağmen hayatımızda olasılık ve tesadüf olarak görünen olaylar sık yaşanır. Olayların nedenlerini bir kenara bırakıp rastgele meydana geldiklerini söylemek hatadır çünkü Socrates'in de dediği gibi "Evrende tesadüfe tesadüf edilmez". Bir üstat tesadüfün tarifini şöyle verir; “Tesadüf, olayların olmadık bir zamanda meydana gelmesidir”. Karşılaşılan olaylara bu tesadüftür diye yaklaşmak bilgisizliğin sonucudur. Olayların sonucunu önceden bilebilmek, görebilmek için öncelikle nedenleri hakkında bilgi sahibi olmamız gerekir. O zaman olay bizim için önceden bilinir ve tesadüf olmaktan çıkar.

Bazen hayatımıza giren öyle insanlar olur ki; onların belli bir amaca hizmet etmek, bize bir ders vermek, kim olduğumuzu ya da olmak istediğimizi bulmamıza yardım etmek için bizimle olduklarını yüreğimizin derinliklerinde hissederiz. Bu insanların kim olacağını asla önceden kestiremeyiz. Belki oda arkadaşımızdır, komşumuz, öğretmenimiz, uzun zamandır görmediğimiz bir arkadaşımız, sevgilimiz ya da belki de sadece göz göze geldiğimiz bir yabancı. Her kim olursa olsun, o kader anında hayatımızın bir biçimde etkileneceğini biliriz ya da hissederiz.

Bazen de hayatımızda öyle olaylar yaşarız ki; o anda bu olaylar bize korkunç, acı dolu veya haksız gibi görünür. Ancak fırtına dindikten sonra bütün bu olayların üstesinden gelmemiş olsak, asla potansiyelimizin, gücümüzün, azmimizin ve yürekliliğimizin farkına varamayız.

Her olayın bir gerçekleşme nedeni ve her karşılaştığımız insanla bir karşılaşma nedenimiz vardır. Hiçbir şey tesadüfen, kötü ya da iyi şans nedeniyle gerçekleşmez. Hastalık, yaralanma ve deneyimsizlikler, bizi test eden olaylardır. İster olaylar, ister hastalıklar, ister ilişkiler olsun, bu testler olmasaydı hayat hiçbir yere varmayan düz ve sıkıcı bir yol gibi uzayıp giderdi. Güvenli ve rahat, ancak boş ve amaçsız.

Tesadüften sık sık söz edilir. Mesela yaz günlerinde pikniğe gidenler, “Pikniğe gittik tesadüfe bakın yağmur yağdı, pikniğimiz berbat oldu.” derler. Bir başka örnek; “Arabamızla tatile giderken tesadüfen yola çıkan bir kamyonla çarpıştık. Her şey altüst oldu” veya “Tesadüfen dolu yağdı, mahsul harap oldu, düğün yapacaktık, planlarımız bozuldu” derler. Halbuki bu üç örneğin de tesadüfle ilgisi yoktur. Çünkü arabanın biri bir dakika yola geç çıksaydı çarpışma olmazdı. Takvime bakılıp düğün tarihinde mevsim şartları kontrol edilse düğün iptal olmadan uygun tarihte yapılabilirdi. Kainatta genel bir plan vardır, nerde, ne zaman, ne olacağı en ufak ayrıntısına kadar bilinir çünkü organize edilmiştir. Biz insanlar bu planın gerçekleşen noktalarına hazırlıksız yakalandığımızda tesadüf diye adlandırırız. Tesadüf kelimesini sözlüklerimizden çıkarıp atamayız ancak tesadüfe de tabi olamayız. Tesadüf olayların ve yaratılanların üzerine çekilmiş ince bir perdedir. Onun altında kainata nizam vereni bilmeli ve ona inanmalıyız.

Tesadüfler, tekamül yolunda ihtiyacımıza göre önümüze çıkarılan senaryolardır. Tesadüf dediğimiz olguyu, hami varlıklarımız bizi çok yakından izledikleri için, zaman ve mekan kesişmesine göre önümüze koyarlar. Yaşamda tesadüf ya da rastgelelik yoktur ihtiyaçlar vardır. Varlık bir şeye ihtiyaç hissettiğinde, onunla ilgili bir uygulama yapacak demektir. Enerji düzeyi onun gereksinimini belirlediği için, o ihtiyacı gerektiren enerjiyi taşıyacak senaryo varlığın önüne konur. Bu bir organizasyondur. O uygulama sonucu varlığın geldiği noktaya göre tekrar olaylar zincirinin başka bir halkası devreye sokulur. Bu böylece devam eder ta ki ihtiyaç giderilinceye kadar.

Tesadüfler ruhsal yöneticiler tarafından organize edildiğine göre, biz buna çözülmesi gereken problemlerin deşifre anahtarları diyebiliriz. Aslında bunlar, tekamül yolundaki duraklardır. Bu duraklar önceden belirlenmiştir, o noktalarda durmak ya da uğramadan geçmek bizim elimizdedir. Biz bunlara tesadüf demek yerine, ihtiyaçlarımız diyebiliriz.

Tesadüf dediğimiz rastlantılar, eksiklerimizi tamamlamak için özellikle hazırlanmış, organize edilmiş planın küçük parçalarıdır. Bu küçük oyunlar, oynanacak büyük piyesin tamamlanması için yapılan antremanlardır. Büyük oyuna tüm varlıklar iştirak edeceklerdir. Oyunun kuralı bellidir. Ancak biz, bize düşen rolü oynamak, başarmak zorundayız.

Olaylar arasında onları birbirine bağlayan sebep-sonuç halkaları vardır. Fakat bilgimiz bu bağları görecek düzeyde değilse, bu bağların bir kısmı gözümüzden kaçar, kopukluklar olur ve böyle olunca da olayların karşımıza nedensiz ve tesadüfen çıktığını sanırız. Fakat bilgi seviyemiz artıp, frekansımız yükseldikçe bize soyut gibi görünen olaylar arasındaki halkaları fark etmeye başlarız. Doğadaki olaylar daima güzele, iyiye ve yücelişi sağlayıcı bir yönde maksatlı bir zeminde gelişirler ve bu gelişim şuurlu etkinliklerin sonucu olarak ortaya çıkar. Üstat Bedri Ruhselman bu konuda “Biz müspet ilim sahasında ilişkiler kanunundan uzak hiçbir hakikat tanımıyoruz.” der ve sebep-sonuç ilişkisinin önemini vurgular. Olaylar tabiat kanunlarına göre umulmadık şekilde ortaya çıkmaz. İlliyet prensibi yani sebep-sonuç yasası, tekamülün, belki de kainatın en temel ve anlamlı bir tezahürü olarak kalacaktır.

Olayların nedenleri hakkında tam bir bilgiye sahip değiliz. Sebep-sonuç zincirinin halkaları bizler için kopukluklarla doludur. Bu nedenle de olayların tesadüfen ortaya çıktığını iddia etmek gibi akıl dışı bir düşünceye sahibiz. Olaylar aslında sebep-sonuç yasası gereğince doğa kanunlarına uygun ve onların belirli kıldığı neticeler halinde sonuçlanırlar. Ayrıca bu sonuçlanış, sadece kanunlara tabi oluş şeklinde değil, belirli bir maksat ve gayeye hizmet edecek şekilde şuurlu ve planlı uygun bir sıraya konulmuş bir eser ortaya çıkar.

Nedensiz hiç bir şey yoktur, fakat nedenlerini bilmediğimiz sonsuz olaylar vardır. Ve insanları tesadüf hurafesine inandıran etkende bilgisizliktir.

Olayların nedenlerini bilmeyişlerimiz, o nedenlerin mevcut olmadığı hakkında yeterli ve kesin bir delil olarak kabul edilemez. Bilgisizliğimizin sınırı herkese göre değişir. Bir çocuk, bir köylü, bir öğrenci ya da bir alime göre bu sınır gittikçe genişleyebilir. Şu durumda realitelerin genişlemesi, ruhların yükselmesi, tesadüf fikrini daraltır. Bir cahil için her şeyde tesadüf vardır. Realitelerin sonsuzluğu karşısında mutlak bir olgunluk ya da mutlak bir nedensellik söz konusu değildir çünkü realite değişince bu mutlaklıkta değişir. Ancak sonsuz bir yüceliş, değişim ve olgunluk demek olan tekamül sonsuzdur.

Hiç düşünüyormuyuz acaba; kainatta cereyan eden bütün olayların oluşundaki amaç nedir? Bugünkü realitemiz açısından bunun açıklamasını şöyle yapabiliriz. Olayların meydana gelişinde devamlı, derece derece ve asla geri dönmeyen bir ilerleme, bir tekamül vardır. Her şey iyiliğe, güzelliğe, daha yüksek kudretler kazanmak üzere ilerliyor.

Bilgisizliğimiz nedeniyle bazen olayların hakkımızda iyi olmadığı ya da bizi ızdıraba sürüklediğini düşünürüz. Fakat aslında bu olaylar tekamülümüze hizmet için tertipli olarak karşımıza çıkmaktadır. Hoşlanmadığımız, ıstırap ve acı veren olayların sonradan mutluluğumuz, selametimiz ve tekamül yolunda yol almamız için nasıl bir olanak hazırlamış olduklarını gözlemlemişizdir. Her şey iyiliğe, kadiri mutlak Yaradanın, bizim ancak sevgi kelimesiyle ifade edebileceğimiz ilahi ilişkisinin çekiciliğine kapılmış olarak en yüksek değere ve olgunlaşmaya doğru ilerlemektedir. Ve bu yücelmeyi hazırlayan en önemli konuda sebep-sonuç yasasıdır. Aklı olan bilir ki, hangi olayla karşılaşırsa karşılaşsın, o olay uzak ve yakın bir gelecekte kendisine mutlaka bir iyilik getirecektir çünkü kötülük, ıstırap ya da acı zannettiğimiz her şey bir iyiliğin müjdecisidir.

Charles Darwin, tesadüf kavramı bağlamında bir akım olan Evrimci teoriyi geliştirmiştir. Darwin mutlu tesadüf ana fikri ile kör bir mekanizma neticesinde evrimin gerçekleştiğini öne sürmüş, bir yaratıcıyı ve sebep-sonucu kabul etmemiş ve varolan her şeyin tesadüfen bu şekle, bu hale geldiğini düşünmüş, iddia etmiş ve savunmuştur. Günümüzde halen bu fikri benimseyenler vardır. Darwinizm, hayatın kendiliğinden bir anlamda tesadüfen oluştuğunu, canlıların birbirinden mutasyon yani değişim yoluyla türediklerini öne sürmüştür. İnsan da bu yoruma göre, kendinden bir önceki halkayı maymunun oluşturduğu bir dizi evrim sürecinin, bir yaratanı olmadığı için de bir tesadüfün ürünüdür.
Kainata bakılınca, her şeyin bir nizam ve intizam içinde olduğu, hiçbir şeyin başıboş olmadığı görülür. Uzayda saatte 1600 km.hızla dönmekte olan, içi ateş dolu bir gezegen olan dünyanın üzerinde, yalnız yer çekimi kuvveti ile kalarak, insanın ve diğer canlı varlıkların yaşaması tesadüf değil, büyük ve harika bir organizasyondur.

Güneşin sıcaklığı, sathında 5500, merkezinde ise 20 milyon dereceyi bulur. Dünyanın güneşe olan mesafesi, bizim ihtiyacımız olan sıcaklığı alacak kadar ayarlanmıştır. Eğer dünyanın güneşe olan uzaklığı daha fazla olsaydı, dünyaya daha az ışık gelir, soğuktan hiçbir canlı varolamazdı. Dünya güneşe 150 milyon km.den daha yakın olsaydı, daha fazla ışık gelirdi ve sıcaklıktan hiçbir canlı varolamazdı. Bu ince hesabı nasıl tesadüftür diyerek geçiştirebiliriz?

Başka bir örnek; eğer okyanusların dağılımı şimdiki gibi yaygın olmasaydı, yağmurda önemli ölçüde bir azalma görülür, neticede, şiddetli bir kuraklık hüküm sürerdi. Okyanuslardan buharlaşan su, sadece okyanuslar üzerine düşmez. Su buharı olarak havaya karışır ve üst atmosferdeki kuvvetli rüzgarlarla dünya üzerine dağılır, böylece ihtiyaç duyulan nem, değişik bölgelere kadar uzanır. Her bölge, az veya çok suya kavuşur.

Her madde ısınınca hacmi büyür, soğuyunca küçülür. Fakat su +4 C' den itibaren soğursa hacmi genişler. Suda bu özellik olmasaydı, deniz ve göllerde buz haline gelen su tabakası dibe çöker ve bu olay 0 C ve daha düşük sıcaklıkta tekrarlanarak neticede suların buz tabakaları yığını haline gelmesine sebep olur, böylece buradaki bütün canlılar ölürdü. Suyun böyle bir özelliğe sahip olması tesadüf müdür? Suyun bu özelliğinin de bir gaye içinde olduğu görülür. Bir gayeye hizmet eden sebep ise tesadüf olamaz.

En büyük iplik fabrikalarının, modern makinalarda yaptığı ipek, küçük bir ipek böceğinin yaptığı ipek randımanının çok altındadır. İpekböceği dut yaprağını yedikten sonra ondan ipek imal edebildiğini deneme yanılma yöntemiyle ya da tesadüfen mi öğrenmiştir?

Eğer ağustos böceğinin boyu, bugünkü ses cihazları kadar büyütülürse, yapılan hesaplara göre çıkaracağı sesle camlar kırılır, duvarlar yıkılırdı. Bunun gibi, eğer bir ateş böceği, bir sokak lambası kadar büyütülmüş olsa, bütün bir mahalleyi gündüz gibi aydınlatırdı.

Bu örnekler çoğaltılabilir ve tüm bu örnekleri tesadüfle açıklamak tamamen akıl dışıdır.
Tabiattaki her varlık bir sanat eseridir. Nasıl ki bir otomobilin tabiat kuvvetleri ile, tesadüfen meydana geldiğini kabul edemezsek, baştan başa bir sanat eseri olan bu kainatı da tabiat yaratmıştır ve tesadüftür diyemeyiz. Kainat tesadüf değilse bir gaye için yaratılmıştır. İnsanın yaşam amacı da her şeyi tesadüflere bağlamak değil, tekamül edip,ilerlemek, gelişmek ve İnsan-ı Kamile doğru yürümektir.

Kainatta tek bir yaprak bile tesadüfi olamaz, onunda varlık alanında olmazsa olmaz, başka bir şey tarafından doldurulamaz bir yeri vardır. Rüzgarın esmesi, yağmurun yağması, bulutların hareketi, bitkiler, güneşin, ayın ve dünyanın hareketleri, geceyle gündüzün birbirini takip edişindeki düzenlilik, sıcağın ve soğuğun miktarı, zamanı, suyun hareketi, toprak içindeki mineraller, atomların yapısı, böcek ve hayvanların çeşitliliği, insandaki DNA'lar hepsi harikulade bir ölçü ve program dahilinde işlemektedir. Bütün bunlarda tesadüf yerine, insan aklının almakta zorlandığı bir uyum ve zeka söz konusudur. Bütün bunların her biri, olağanüstü mükemmel büyük bir sistemin parçalarıdır.

İnsan hayatında tesadüfi hiç bir şey yoktur. İnsan hayatında tembellikten, ihmalden, savsaklamaktan, korkaklıktan, kurnazlıktan, çıkarcılıktan, bencillikten ya da bunların tersi tutum ve davranışlardan söz edilebilir ama tesadüften bahsedilemez.

İnsanlar hayatta bazen, ummadıkları, beklemedikleri, bazen kendilerini üzen, bazen de mutlu eden sürpriz olaylar için tesadüf sözcüğünü kullanırlar. Fakat sürpriz ve tesadüf farklı şeylerdir. Örneğin; hiç beklemediğiniz bir anda, beklemediğiniz bir misafirin gelmesi sürprizdir ama tesadüf değildir.

Hayatta hiç bir şey tesadüf ve şans eseri değildir. İnsan gibi özel bir varlığın hayatının tesadüfe bırakılması düşünülemez. Özellikle tarihteki büyük değişimler, tesadüflerin değil, ciddi iradi gayretlerin eseri olmuştur.

Evrende tesadüf diye bir şey yoktur çünkü her şey Ruhsal İdare Mekanizması'nın bilgisi ve planı dahilindedir. Ama biz insanlar açısından, planlı hareketlerle spontane hareketler arasında bir fark vardır ve buna da tesadüf denir.

Evrende her şey tıpkı bir puzzle parçaları gibi yerine oturur. Dev puzzle ise Levhi Mahfuz'dur. Orada hiçbir tesadüf ve rastlantı mekanizması yoktur. Ruhsal İdare Mekanizması tesadüfe yer verir mi, olasılık hesabı yapar mı? Olasılık hesabı ışıktan yavaş giden sistemler için geçerlidir. Ruhsal İdare Mekanizması'nın ışıktan yavaş giden bu evreni kontrol sırrı olarak belirsizlik ilkesi vardır çünkü her şey sebep-sonuç yasası gereği işler.

Kainatta tesadüf diye bir şey yoktur. Her şey en ince detaylarına kadar incelenerek hazırlanmıştır. Amerika' da bir kelebeğin kanat çırpması, Japonya' da bir kasırga meydana getirebilir.

Varlık için önemli olan, yaşadığı olayların onu hangi hedefe yönlendirdiğini anlamaktır. Hedef bellidir ama biz bilemediğimiz için olayların akışına kapılır, sürüklenir gideriz.

Yapacağımız en önemli davranış, kendimize belli bir hedef belirlemek ve o hedefe doğru emin adımlarla bıkmadan, vazgeçmeden yürümektir.

"Hedefi olmayan gemiye, rüzgarlar bile yardım edemez."


Kaynak; Ruh ve Kainat - Bedri Ruhselman (http://www.spiritualizm.com/)

7 Mayıs 2013 Salı

Duru Görü Dersleri: Ders V – Duru Görü Egzersizleri (Basit ve Orta)



Aşağıdaki egzersizlere başlamadan önce beyin dalgalarınızı alfa durumuna getirmek için Gevşeme&Konsantrasyon, Nefes Egzersizleri yapmanız yararlı olacaktır. Beyin dalgalarının alfa durumuna getirilmesi, duru görü için gereklidir. Meditasyon da beyin dalgalarınızı alfa durumuna getirmenin bir başka yoludur. Ben genellikle meditasyon için de bu egzersizlerden faydalanıyorum. Beyin dalgaları ile ilgili daha fazla bilgi almak için http://www.gnoxis.com/beyin-dalgalar...eta-29197.html isimli başlıktan faydalanabilirsiniz. Gevşeme, konsantrasyon ve nefes egzersizleri için ise lütfen aşağıda liste halinde verdiğim linklere bakınız;

http://www.gnoxis.com/konsantrasyona...igi-50233.html
http://www.gnoxis.com/gevseme-calismalari-11346.html
http://www.gnoxis.com/nefes-egitimi-36242.html
http://www.gnoxis.com/meditasyon-nef...igi-47363.html
http://www.gnoxis.com/bir-nefes-medi...mek-26856.html
http://www.gnoxis.com/nefes-teknikle...eri-41217.html

Her çalışmanızdan önce bu çalışmaları yapmanız, çalışmalarınızın verimini arttıracaktır. Sonrasında aşağıdaki basit egzersizlerle çalışmaya başlayabilirsiniz;

Basit Çalışmalar

Herhangi bir oyun oynarken gelecek olan zarın kaç geleceğini, telefonunuz çaldığında arayan kişinin kim olduğunu, kapı çaldığında gelen kişinin kim olduğunu, maç izlerken maçın sonucunun kaç - kaç biteceğini, bir arkadaşınızla buluşacağınızda üzerindeki kıyafetlerin ne olacağını tahmin ederek başlayabilir, basit tahminlerinizde başarı sağladıkça bu tahminlerinizi “maç 2-0 bitecek golleri … ve … atacak” şeklinde detaylandırabilirsiniz. Bütün bu çalışmaları yapmak için cevabını aradığınız bilgiye karşı yüksek bir istek duymalı, bilgi geleceği inancı içinde olmanız ve zihninizin boş durumda olması gerekir.

Orta Çalışmalar

Zamanla çalışmalarınızı derinleştirebilir, internette görüştüğünüz kimselerin o anki ruh halleri, dış görünüşleri, isimlerinin baş harfleri ya da isimleri, sağlık problemleri gibi çeşitli konulara yoğunlaşarak kendinizi geliştirebilirsiniz. Bütün bu egzersizleri, günlük yaşamınıza uygun şekilde çeşitlendirebilirsiniz.

Gelişmiş çalışmalara geçmeden önce belirtmekte fayda var, başlangıçta tahminlerinizin başarılı sonuç vermemesi sizi olumsuz etkilemesin. İlk dersleri okuyup her gün meditasyon yapıyorsanız, çakralarınızda tıkanıklık yoksa, beyin dalgalarınızı alfa konumuna getirebiliyorsanız bu alanda başarıya ulaşmamanız imkansız. Zaman, sabır ve denemelere devam etmeniz neticesinde mutlaka başarıya varacaksınız.

Bu alana ilişkin ilginizi çekebilecek olan faydalı başlıklar;

http://www.gnoxis.com/psisik-yetenek...asi-10132.html
http://www.gnoxis.com/durugoru-incel...lgi-46586.html

Bir sonraki derste görüşmek dileğiyle!

Duru Görü Dersleri: Ders IV – Duru Görü İçin Olmazsa Olmazlar – III


Bir önceki dersin sonunda da bahsettiğim gibi, duru görü için ihtiyacımız olan son bilgi, Ajna Çakramızın tıkanık olup olmadığıdır. Konuya giriş yapmadan önce çakranın ne demek olduğu hakkında bilgi vermek daha doğru olacak sanırım… Çakralar, vücudumuzun çeşitli yerlerinde bulunan ve bedenimizde akıp duran enerjilerin en fazla yoğunlaştığı ve onları taşıyan farklı kanalların birbiriyle buluştuğu alanlardır. Sayıları çok daha fazla olmasına rağmen genellikle 7 ana çakradan bahsedilir. Bunlarla ilgili detaylı bilgileri Gnoxis’te rahatlıkla bulabilirsiniz. Duru görü alanında bizim için gerekli olan Ajna Çakra yani 3. Göz çakrasıdır. Ajna Çakra, bilince açılan kapıdır. Fiziksel dünya ile fizik ötesi yani akıl ve zihinle erişilemeyecek olan farklı diğer dünyalar ve boyutlar arasındaki kapıdır. Doğru işlev görebilmesi, yeteri kadar etkinleşebilmesine bağlıdır. Bu da dengeli, bilinçli ve kararlı şekilde çalışmakla mümkündür.

Genellikle “çakranın kapalı olması” gibi yanlış bir ifade kullanılır. Çakranın kapalı olması, o çakra ile ilgili tüm organların iflas etmiş olması anlamına gelir. Oysa çakralarımız her zaman açıktır ve enerji akışı vardır. Sadece zaman zaman yaşadığımız duygusal durumlar sebebiyle çakralarımızda tıkanma meydana gelebilir. Peki, çakralarımızın tıkanık olup olmadığını nasıl anlayacağız? http://www.gnoxis.com/cakralarin-psi...eri-47751.html Bu başlığı okuyarak hangi çakralarınızda tıkanıklık olduğunu kendiniz keşfedebilir, ya da yine bu mantıkla oluşturulmuş ve sitemizde de mevcut olan http://www.gnoxis.com/uygulama-sorun...ulun-5388.html testi yapabilirsiniz. Yine Gnoxis’teki http://www.gnoxis.com/3-gozu-acmanin...dir-44721.html başlığında da çakraların tıkanık olması halinde kendinizi nasıl hissedeceğinize de detaylı bir şekilde değinilmiş.

Bu arada belirtmekte fayda var; duru görü alanında bizim için gerekli olanın Ajna Çakra olduğunu söyledim ancak; sadece bu çakradaki tıkanıklığı giderip, bu çakrayı geliştirmek doğru değildir. Bu konuyla ilgili güzel ve bilgilendirici bir başlık var; http://www.gnoxis.com/3-gozu-acmanin...dir-44721.html . Bu başlığı detaylıca okuduğunuzda, aslında tüm çakraların denge içinde olması gerektiğini anlayacaksınız.

Peki, tıkanık durumda olan çakralarımızı bulduk, bundan sonraki adımımız ne olacak? Öncelikle çakralarımızı tıkanıklıklar nedeniyle arındırmamız, temizlememiz gerekli. Hayat sürekli aynı düzlemde gitmediğinden, şimdi çakralarınızı arındırsanız bile dönem dönem çakralarınızı arındırmanız da gerekecektir. Çakra arındırma/aktive etme/açma konularıyla Gnoxis’teki faydalı bilgileri aşağıdaki listede bulabilirsiniz;

http://www.gnoxis.com/cakralar-avata...tml#post376192
http://www.gnoxis.com/mudra-ve-sesle...cma-41477.html
http://www.gnoxis.com/cakralari-akti...lar-32678.html
http://www.gnoxis.com/cakra-ve-renkler-37543.html
http://www.gnoxis.com/cakralarimizi-acalim-15873.html
http://www.gnoxis.com/chakra-yararla...eri-32246.html
http://www.gnoxis.com/resimlerle-cak...eri-28049.html
http://www.gnoxis.com/cakralarinizi-...mek-43265.html

Tıkanıklıklar giderildikten sonra öncelikle çakralarınızı dengelemeniz gerekir. Tüm çakralarınızın enerji akışının aynı ölçüde olması gerekir aksi halde http://www.gnoxis.com/3-gozu-acmanin...dir-44721.htmlbaşlığında bahsedilen kötü etkilere maruz kalmamız kaçınılmazdır. Son olarak da çakralarınızın geliştirilmesi gerekir. Enerjiniz dengeliyse ve düzenli meditasyon yapıyorsanız bu gelişim ruhunuz geliştikçe kendiliğinden olur. Aksi halde yine Gnoxis’teki çakra geliştirme meditasyonlarından yapabilirsiniz. Bu konudaki başlıkların bazılarını aşağıdaki listede bulabilirsiniz;

http://www.gnoxis.com/cakra-nefes-me...onu-47755.html
http://www.gnoxis.com/sakra-meditasyonu-6128.html
http://www.gnoxis.com/cakra-sifa-meditasyonu-26859.html
http://www.gnoxis.com/tum-enerjisel-...yon-20168.html

Çakralarla ilgili daha detaylı bilgi için aşağıdaki linkleri de inceleyebilirsiniz.

http://www.gnoxis.com/cakralar-hakki...43055.html#top
http://www.gnoxis.com/cakra-ve-turleri-46952.html
http://www.gnoxis.com/ajna-cakra-ucuncu-goz-42787.html
http://www.gnoxis.com/3-gozu-acmanin...dir-44721.html
http://www.gnoxis.com/cakralarin-psi...eri-47751.html

Çakralarınızda tıkanıklık olup olmadığını inceledikten ve sorunlu çakralarımızdaki tıkanıklıkları çözüp, enerjimizi dengeledikten sonra artık duru görüyü geliştirmek için yapmamız gereken egzersizlere geçebiliriz. Umarım bu zamana kadar verilen bilgiler faydalı olmuştur.

Bir sonraki derste görüşmek dileğiyle 

*Sorularıma yanıt verdiğin için teşekkür ederim Sirius 

Duru Görü Dersleri: Ders III- Duru Görü İçin Olmazsa Olmazlar –II



Herhangi bir psişik yeti söz konusu olduğunda, meditasyondan mutlaka bahsedilir. Kişiye farkındalık kazandıran, dinginliği ve kendi üst benliğimizle, evrenle, doğayla, kısacası her şeyle bütünleşmemizi sağlayan meditasyon; duru görünün de olmazsa olmaz kavramları arasında yer alır. Gnoxis’de bu önemli konuda fazlasıyla başlık olduğunu siz de fark etmişsinizdir.

Meditasyonun hedefi tüm yetenek ve gücünüzün en yüksek kaynağıyla bir diyalogu yürütmek ve buradan da gücün evrensel kaynağına bağlanmaktır. Bedeni ve zihni sakinleştirmek, bütün duyularınızın açılmasını sağlar. Bu sebeple meditasyonu günlük yaşamınızın bir parçası haline getirmeli, her gün en az 20 dakikanızı meditasyona ayırmalısınız. Zamanla sizde yarattığı değişimi, ruhunuzdaki dinginliği fark edeceksiniz. Yüksek benliğinizi ve bilincinizi daha yakından tanıyacak, kabulleneceksiniz.

Meditasyon Nasıl Yapılır?
Nasıl meditasyon yapılacağını bilmeyen insan için çeşitli kaynaklar çeşitli bilgiler verirler ve uymanız gereken o kadar çok kural ortaya çıkar ki, sonunda ruhsal dinginliği sağlamanın yanından bile geçemezsiniz. Bu konuda özellikle ve çoğunlukla Batılı yazarların “el kitapçığı” mantığı ile hazırladıkları çoğu kaynak telkinlere dayalı bir sistemi öngörerek meditasyonu katı kurallara bağlamıştır. Oysa –tamamen kişisel görüşümdür- meditasyon katı kurallara bağlı değildir. Bir kişiye “içindeki tüm düşünceleri sustur” derseniz, o kişi içinden daha çok konuşacaktır ve içindeki sesleri susturamadığı için kendisini başarısız görecek, başarıya ulaşmasının imkânsız olduğu düşüncesiyle hepten başarısız olacaktır. Oysa yapmanız gereken sadece bütün o günlük koşuşturmacanızın ortasında durmak, kendi içinize bakmaktır. Akıp giden düşüncelerinizi aktif bir şekilde durdurmak yerine, pasif bir şekilde onların akıp gitmesine izin vermeniz gerekir. Zamanla kendisine karşı çıkmadığınızı fark eden iç benliğiniz düşünce saldırılarını azaltacak, aradığınız dinginliğe kavuşacaksınız.

Genellikle aklım çok yoğun olduğunda, günlük koşturmacanın sonunda eve vardığımda meditasyon yapacaksam, öncesinde ılık bir duş alır, beni dinlendirecek müzikler açarım. Bahsettiğim günlerde zihinde sürekli bir karışıklık vardır ve birbiriyle alakasız sesler dahi yankılanır beynimin içinde. Bu tür günlerde yaptığım şey; nefesimi dinlemektir. İnsan bir şeye odaklandığında, aklındaki düşünceler rahatsızlık veremiyor çünkü… Yanılmıyorsam bu metodu bana bilinçli meditasyon yapmaya yeni başladığım dönemlerde Nevermore önermişti… Nefes alış verişlerinizi dinlemek, aradığınız sakinliğe ulaşmanızı sağlayacaktır. Bu egzersizleri günlük yaşamınızda sürekli tekrar etmeniz ise sizde büyük değişimlere neden olacaktır.

Meditasyonla ilgili daha çok bilgi almak için aşağıdaki başlıkları da inceleyebilirsiniz.

http://www.gnoxis.com/meditasyonun-yararlari-31975.html
http://www.gnoxis.com/nasil-meditasy...asi-41809.html
http://www.gnoxis.com/meditasyon-nef...igi-47363.html
http://www.gnoxis.com/evde-meditasyo...eri-50709.html
http://www.gnoxis.com/zihni-eve-geti...yon-48724.html
http://www.gnoxis.com/meditasyon-den...nik-46043.html
http://www.gnoxis.com/dort-element-m...ari-38956.html
http://www.gnoxis.com/cakra-nefes-me...onu-47755.html

Durugörü için olmazsa olmaz bir şey daha vardır; 3. Gözünüzün bir diğer deyişle Ajna Çakranızın tıkanık olmaması… Bu sonuncu “olmazsa olmaz”ımızı da inceledikten sonra duru görü geliştirme teknikleriyle devam edeceğiz.

Görüşmek üzere!