Arkeologlar ve antropologlar, bütün tarihsel buluntuları tarihlemek için ellerinden geleni yaparlar. Bir buluntu tarihlenir tarihlenmez, var olan sistem içindeki yerini alır ve üstüne hemen bir katalog numarası konur.
Bilimin bugüne kadar kullandığı en doğru yöntem C-14 yöntemidir. Bilginler, atom ağırlığı 14 olan radyoaktif karbon izotopu (C)nun atmosferde sabit miktarlarda bulunmasından hareket ederek bu yöntemi kullanırlar. Bu karbon izotopu bütün bitkiler tarafından emilir. Öyle ki ağaçlar, kökler, yapraklar ve otlarda değişmeyen miktarlarda bulunur. Ancak bütün canlı organizmalar, şu ya da bu biçimde bitki yedikleri için insan ve hayvanlarda da aynı oranda C-14 vardır. Radyoaktif nesnelerin, yeni radyoaktif nesneler eklenmedikçe ayrılıp dağılma süreleri kesindir. Bu dağılma süresi insan ve hayvanlarda ölümle, bitkilerde de hasat ya da yanmayla başlar. Ortalama 5600 yıl içinde karbon izotopu C-14'ün yarısı dağılır. 11.200 yıl sonra dörtte biri, 22.400 yıl sonra da ancak sekizde biri kalır. Atmosferdeki asıl C-14 miktarı bilindiği için, fosilleşmş organik maddelerdeki C-14 oranı karmaşık laboratuvar çalışmalarıyla bulunur. Bu oranın atmosferdeki sabit C-14 miktarıyla ilişkisi de bir kemiğin ya da kömür parçasının yaşını belirler.
İşlek bir yolun kenarından kesilerek yakılan otların külleri, bu bitkilerin yaşlarını yanlış olarak binlerce yıl gösterecektir. Neden? Çünkü bitkiler her gün C-14'ü milyonlarca yıl önce emmiş organik maddelerden elde edilen karbon petrolünü emmişlerdir. Aynı şekilde bir sanayi bölgesinden kesilen ve yaş çemberlerine göre 50 yaşında olan bir ağacın külleri C-14 yöntemiyle incelendiğinde ağacın çok uzak geçmişte dikildiği sonucu çıkacaktır.
Bu yöntemin doğruluğu ve güvenilirliği konusunda kuşku duymaktayım. Bugüne kadar yapılan ölçümler C-14 izotopunun atmosferde her zaman aynı olduğu iddiasına dayanıyordu.
Bunun doğru olduğu kesin mi?!?
Ya yöntem daha başlangıcından yanlış temele oturtulduysa? "Tanrıların Arabaları" adlı kitabında, eski din kitaplarından örnekler vererek tanrıların, ancak nükleer patlamaların ortaya çıkardığı türden korkunç ısılar elde edebildiğinden ve radyasyon silahlarına yabancı olmadıklarından söz etmiştim. Söz gelişi Gılgamış Destanı'nda Enkidu, "Göklerdeki canavarın zehirli soluğu" yüzünden ölüyordu. Mahabharata'da savaşçıların "tanrıların öldürücü soluğuyla" kaplanan zırhlarını ve gövdelerini yıkamak için sulara atlayışı anlatılıyordu.
Bu iki durumun ve 30 Haziran 1908 sabahı Sibirya'daki Taiga'da görülen patlamanın gerçekte atom patlaması olduğunu kabul edersek?
Erich Von Daniken - "Yıldızlara Dönüş" adlı kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder