Bu Blogda Ara

22 Aralık 2012 Cumartesi

Orfeus Gizemleri




Yunanlıların büyük inisiyatörü Trakyalı ozan Orfeus, Hıristiyanlıktan birkaç asır önce insanlıktan tanrılık mertebesine yükseldi. Thomas Taylor’a göre “Orfeus’un nasıl bir insan olduğuyla ilgili zamanın devasa yıkımından yalnızca kırıntılar kalmıştır. Onun nereden geldiği, yaşı, ülkesi ve hali ile ilgili kesin konuşabilecek tek kişi yoktur. Elimizde olanlara bakarak söyleyebileceklerimiz çok azdır: Bir zamanlar Orfeus adında bir insanın yaşadığı, onun Yunan teolojisinin kurucusu olduğu, onların hayatlarını ve ahlaki anlayışlarını belirlediği, ilk peygamberleri olduğu, bir Müz’ün oğlu olarak şairlerin sultanı olduğu, Yunanlılar’a kutsal ritüelleri ve gizemleri öğrettiği, bilgeliğinin kalıcı ve bereketli pınarından Homer’in ilahi ilhamının ve Pisagor ile Platon’un yüce teolojisinin çıktığıdır.” (Bkz. The Mystical Hymns of Orfeus – Orfeus’un Mistik İlahileri)

Orfeus, mitolojiyi kendi öğretilerini yaymak için kullanmıştır. Felsefesini nereden aldığı bilinmemektedir. Brahminlerden almış olabilir; onun bir Hindu olduğuna dair söylentiler vardır. İsminin esmer anlamına gelen bir kelimeden türemiş olabileceği ihtimali üzerinde durulur. Orfeus, Mısır Gizemleri’ne inisiye edilmiş, burada maji, astroloji, büyücülük ve tıp konularında derin bilgiler edinmiştir. Ayrıca Samothraki’nin (Semendirek Adası) Kabiri Gizemleri’ne de irşat edilmiş ve bunlar hiç kuşkusuz onun tıp ve müzik bilgilerine eklenmiştir.

Orfeus ile Eurydice’in romantik hikâyesi Yunan mitolojisinin trajik olaylarından birini anlatır ve Orfeus kültünün önemli bir parçasını oluşturur. Kendisini baştan çıkarmaya çalışan zalim bir çapkından kaçan Eurydice onu topuğundan sokan bir yılanın zehiriyle ölür. Yeraltına inen Orfeus, müziğiyle Persephone’yi öyle bir büyüler ki Eurydice’ın hayata dönmesine izin verilir. Ancak bir şart koşarlar ve Orfeus’un kadının peşinden gelip gelmediğini anlamak için geriye bakmasını yasaklarlar. Fakat Eurydice’in onu kaybedeceğinden çok korkan Orfeus başını çevirerek bakar ve Eurydice kalbi kırık bir çığlıkla tekrar ölüm ülkesine çekilir. Bundan sonra Orfeus teskin edilemez bir halde dünyayı dolaşır. Ölümüyle ilgili birbiriyle çelişen türlü hikâye vardır. Kimilerine göre bir yıldırım çarpmasıyla ölmüş, kimilerine göre Eurydice’ı kurtarma konusunda başarısız olunca intihar etmiştir. Fakat yaygın kabul gören versiyona göre, o girişimlerini reddettiği Kikonesli kadınlar tarafından parçalarına ayrılmıştır. Platon, Devlet’inin onuncu kitabında bir zamanlar Orfeus olarak yaşamış olan ruh, kadınların elinden gelen bu üzücü son dolayısıyla kadın olarak doğmaktansa bir kuğu olarak doğmayı seçmiştir.



Orfeus öteden beri müziğin tanrısı olarak kabul edilir. Yedi telli liriyle öyle kusursuz melodiler çalmıştır ki, tanrılar bile onun etkisiyle heyecanlanmışlardır. Lirin tellerine dokunduğu zaman kuşlar ve hayvanlar etrafında toplanmış, ormanda lirini çalarak yürüdüğü zaman çok yaşlı ağaçlar bile köklerini topraktan söküp onu takip etmişlerdir. Müziğin sembolizmiyle insanlığa ilahi sırları iletmiştir.

Zaman içinde gerçekten yaşayan Orfeus isimli insan ile onun temsil ettiği öğretiler birbirine girmiş, zamanla kadim bilgeliğin Yunan ekolünün sembolü haline gelmiştir. Orfeus, müzikle ifşa edilen (Kalliope) gizli öğretidir. Eurydice yanlış bilgi yılanınca ısırılarak ölen ve cehaletin yer altı dünyasında yaşayan insanlıktır. Bu meselde Orfeus, ölümden kurtardığı ancak insan ruhundaki içsel kavrayışa güvenemediği için dirilişini gerçekleştiremediği insanlığın kalbini kazanan teolojiyi sembolize eder. Orfeus’u parçalara ayıran kikonesli kadınlar hakikatin gövdesini parçalayan çeşitli çelişik teolojik hizipleşmeleri göstermektedir. Orfeus’un büyülü lirinden çıkan armoniyle uyumsuz oldukları sürece bu hizipleşme devam edecektir. Orfeus’un başı, bu kültün ezoterik öğretilerini simgeler. Bu öğretiler bedeni parçalandıktan sonra bile yaşamaya devam etmektedir. Lir, Orfeus’un gizli öğretisidir. Yedi tel evrensel bilginin anahtarı olan yedi anahtarı gösterir. Orfeus’un beyaz kuğu şeklinde bedenlenmesi meseli onun öğrettiği ruhani hakikatlerin yaşamaya ve öğrenilmeye devam edeceğini gösterir. Kuğu, gizem okulunun inisiyelerini sembolize ederdi. O ayrıca dünyanın kökenini gösteren ilahi kuvvet anlamına gelirdi.

Manly P. Hall - Tüm Çağların Gizli Öğretileri

Eleusis Gizemleri




Kadim dini gizemler arasında en meşhuru, Eleusis şehrinde Ceres (Demeter, Rhea veya Isis) ve kızı Persephone onuruna beş yılda bir kutlanan Eleusis Gizemleri’dir. Eleusis Okulunun inisiyeleri bütün Yunan’da ünlüydü. Kutsal dramların ilk sahnelendiği yer olan Attika’da (Eleusis’de) yaşayan insanların ismini alan Eleusis Gizemleri’nin İsa’dan yaklaşık on dört asır önce Eumolpos tarafından kurulduğu kanaati yaygındır. 

Eleusis kültü, doğanın en değerli gizlerinin mistik yorumlarıyla, kendi devrinin medeniyetlerini etkileyip zaman içinde birçok küçük okulu içine almış ve bu daha küçük oluşumların sahip olduğu bütün değerli bilgileri kendi sistemiyle bütünleştirmiştir.

Eleusis kültü, Küçük ve Büyük gizemler olarak ikiye ayrılırdı. James Gardner’a göre Küçük Gizemler, Agrae kentinde bahar aylarında (muhtemelen bahar ekinoksu vaktinde), Büyük Gizemler ise Eleusis veya Atina’da sonbaharda (muhtemelen sonbahar ekinoksunda) kutlanırdı. Birincisinin yılda bir defa, ikinicisinin ise beş yılda bir gerçekleştiği varsayılmaktadır. Eleusis ritüelleri çok gelişmiş ritüellerdi e bu ritüelleri analmak için Yunan mitolojisini derinliğine bilmek gerekirdi. Çünkü bu ritüeller, gizem okulları tarafından inisiyelerin gizli anahtarlarıyla ezoterik açıdan yorumlanıyordu. 




Küçük Gizemler, Persephone’ye adanmıştı. Eleusinian and Bacchic Mysteries (Eleusis ve Baküs Gizem Okulları) adlı eserinde Thomas Taylor okulun amaçlarını şu şekilde özetler; “Küçük gizemler kadim kurucusu olan tanrıbilimciler tarafından, saf olmayan ruhun yersel bir bedenle sarmalanmış, maddi ve fiziksel doğayla kuşatılmış durumunu göstermek için kurulmuştur.”  Küçük Gizemlerde kullanılan efsanede Ceres’in kızı Persephone, yer altı tanrısı Plüton veya Hades tarafından kaçırılır. 

Birçok inisiyenin bile bu alegorinin mistik anlamını kavradığı kuşkuludur, birçoğu için bu efsane sadece mevsimlerin birbirini takip etmesiyle ilgilidir. İnisiyasyon seremonisinin başında aday, bu amaç için kurban edilen hayvan postunun üzerinde durur ve ona verilmek üzere olan kutsal hakikatleri açığa vuracaksam ölüm dudaklarımı mühürlesin, diye yemin eder. Bununla birlikte bazı dolaylı yollarla kimi sırlar bugüne kadar ulaşmıştır. Neofitlere verilen öğreti özet olarak şöyledir;




Eleusis Gizemleri’nde genellikle Psyche denilen ve Persephone’yi sembolize eden insan ruhu, esasında maddi olmayan, ruhani bir şeydir. Onun gerçek evi yüksek alemlerdir. Burada maddi form (şekil) ve maddi kavramların bağlarından özgür olarak tümüyle canlıdır ve kendini eksiksiz ifade eder. Bu öğretiye göre insanın fiziksel, beşeri doğası bir mezar, bir bataklık, bütün hüzün ve ıstırabın kaynağı olan, sahte ve fani bir şeydir. Platon bedeni ruhun tabutu olarak tarif eder ve bununla yalnızca insanın cismini değil, aynı zamanda beşeri doğayı kast eder. Eleuisçi savın özü insanın ölümden sonra hayatta olduğundan ne daha iyi ne de daha akıllı olmasıdır. Buradaki geçici misafirliği sırasında cehaletin üzerine yükselmezse, ölünce, sonsuza kadar amaçsız dolaştığı, bu yaşamda yapmış olduğu hataları sonsuza kadar yaptığı ebediyete gider. Dante’nin cehennemi, ruhani doğalarını açlığın, alışkanlığın, bakış açılarının ve kişiliklerinin sınırlamalarından kurtaramayan insanların acılarını sembolik olarak anlatır. Fiziksel hayatlarında kendilerini geliştirmek için bir şey yapmayan (ruhları uyku halinde olanlar) ölümde Hades’e giderler ve burada hayat boyunca uyudukları gibi sonsuza kadar yan yana uyurlar.

Eleusis filozofları için fiziksel dünyaya doğmak kelimenin tam anlamıyla ölümdür; ruhani anlamda tek gerçek doğum insanın spritüel ruhunun kendi etsel doğasının rahminden çıkmasıdır. Tıpkı suda kendine bakan Narcissus’un bir yansımayı kucaklayabilme uğruna hayatını kaybetmesi gibi, doğanın aynasına bakıp yansımasını gördüğü cansız toprağı, kendi gerçek benliği kabul ederek fiziksel hayatın ona sunduğu kendi ölümsüz, görünmez benliğini gerçekleştirme şansını yitirir. 

Persephone’ye Tecavüz: Yer altı aleminin hükümdarı Plüton, insanın bedensel aklını temsil eder. Persephone’ye tecavüz, hayvani nefsin saldırıp kirleterek Hades’in kasvetli karanlıklarına doğru çektiği ilahi doğayı sembolize eder. Hades, maddi nesnel bilinç düzeyidir.

James Christie, Disquistions upon the Painted Greek Vases (Resimli Yunan Vazoları Üzerine Araştırma) adlı eserinde büyük Eleusis Gizem Ritüellerinin gerçekleştiği dokuz gün içinde meydana gelen olayların Meursius’a ait bir versiyonunu anlatır. İlk gün, insiye edilecek kişilerin çeşitli nitelikleri konusunda sorguya çekildiği genel toplantı günüydü. İkinci gün, denize giden bir tören alayı kurulurdu, burada muhtemelen yönetici tanrıçanın bir tasviri sudan çıkardı. Üçüncü gün, bir balık kurbanı ile başlanırdı. Dördüncü gün, belli kutsal sembolleri taşıyan bir sepet Eleusis’e getirilirdi, bu sepeti kadın müritlerin taşıdıkları diğer küçük sepetler takip ederdi. Beşinci günün akşamı bir meşale yarışı yapılır, altıncı gün İakkhus’un heykelinin ardında bir tören alayı düzenlenir, yedinci gün atletizm yarışı olurdu. Sekizinci gün, daha erken gelemeyenler için seremoninin tekrarlanmasına ayrılırdı. Dokuzuncu ve sonuncu gün Eleusis gizemlerinin en derin felsefi tartışmalarına ayrılmıştı, bu tartışma sırasında mutlak önemin bir amblemi olarak bir vazo – Baküs’ün sembolü- sergilenirdi.

Bir kadim inisiye canlıların ölüm tarafından yönetildiğini söyler. Bu söz, insanların çoğunun yaşayan ruhları tarafından değil, akılsız (dolayısıyla ölü) hayvani kişilikleri tarafından yönetildikleri anlamına gelir. Bu Gizemlerde ruh göçü ve reenkarnasyon da öğretiliyordu, ancak biraz farklı bir biçimde.




Gece yarısı gayp alemlerinin yeryüzü küresine çok yaklaştığına ve maddi varoluşa yaklaşan ruhların gece yarısı saatinde maddi varoluşa geçtiğine inanılırdı. Birçok Eleusis seremonisi gece yarısı yapılmıştır. 

Eleusis mistikleri, intiharın kötülüğü üzerine çok vurgu yapmışlar, bu günahla ilgili ifşa edemeyecekleri çok derin bir gizemi bildiklerini açıklamışlar ve kendi hayatlarına kıyanları çok büyük acılar beklediği konusunda müritlerini uyarmışlardır. Bu bahsedilenler, özetle, Küçük Gizemler inisiyelerine verilen ezoterik doktrini oluştururdu. İnisiyasyon odaları yeraltındaydı ve ritüelistik dramlarda Hades’in dehşetengiz hikayeleri canlı bir şekilde tasvir edilirdi. İşkenceler, sınamalar ve tehlikelerle dolu dehlizleri başarıyla geçtikten sonra adaya Myste unvanı verilirdi. Bu, perdenin ardından gören veya görüsü bulutlu olan anlamına gelirdi. Modern “mistik” terimi, muhtemelen bu kadim kelimeden türemiştir.

Adayın Küçük Gizemler’in sınavlarını başarıyla atlattıktan sonra girdiği –belki o zaman bile kabul edilmediği- Büyük Gizemler, Persephone’nin annesi Ceres’e (Demeter) aitti. Ceres, kaçırılan kızını bulmak için dünyayı dolaşırken temsil edilir. Ceres, kayıp çocuğunu (ruh) bulmak için yanında iki meşale –sezgi ve akıl- taşır. Sonunda Persephone’yi Eleusis’ten çok uzak olmayan bir noktada bulur ve minnettarlığı nedeniyle oradaki halka buğday ekimini gösterir. Ayrıca Gizem Okullarını kurar. Ceres ölülerin ruhlarının tanrısı olan Plüton’un (Hades) önüne çıkar ve ondan Persephone’nin evine dönmesine izin vermesini ister. Tanrı, Persephone ölümlülük meyvesi olan nardan yediği için, önce bunu yapmayı reddeder. Sonra uzlaşmaya yanaşarak Persephone’nin yarım yıl Hades’in karanlığında onunla birlikte yaşamayı kabul etmesi şartıyla yılın geri kalanını yukarı dünyada yaşamasına izin verir.

Yunanlılar Persephone’nin solar enerjinin tezahürü olduğuna inanıyorlardı. O kış ayları boyunca Plüton’la birlikte yeraltında yaşıyor, fakat yazın bereket tanrıçasıyla birlikte geri dönüyordu. Efsaneye göre çiçekler Persephone’ye aşıktır ve o, Plüton’un karanlık alemi için yeryüzünden ayrıldığında bitkiler ve çiçekler yas tutarak ölürler. İnisiye edilmemiş avamlar bu konularda kendilerine ait görüşlere sahipken, Yunan alegorilerinin hakikatleri, bu yüce felsefi ve dini mesellerin büyüklüğünü kavrayabilen rahipler tarafından güvenle saklanmışlardır.

Thomas Taylor; Büyük Gizem Öğretilerini aşağıdaki şekilde özetler; “Büyük Gizemler üstü kapalı bir şekilde, mistik ve harika görülerle, maddi doğanın kirlenmesinden arındığı ve sürekli olarak entelektüel (Ruhsal) görüye yükseltildiği zaman burada ve bundan sonraki hayatta ruhun kavuşacağı saadeti ima eder.”




Küçük Gizemlerin bilincin yanılsama alemine dokuz günde (embriyolojik açıdan dokuz ayda) inip, gerçekdışının peçesine bürünmesini anlatması gibi, Büyük Gizemler de ruhani yenilenme ilkelerini anlatıp inisiyelere maddi cehaletin bağlarından özgürleşmenin basit, ama aynı zamanda doğrudan ve eksiksiz yöntemini ifşa ediyordu. Tıpkı Caucasus dağına zincirlenen Prometheus gibi, insanın yüksek doğası onun yetersiz kişiliğine zincirlenmiştir. Dokuz günlük inisiyasyon aynı zamanda insan ruhunun dünyevi bir bedene bürünürken geçtiği iniş sürecindeki dokuz küreyi (veya alemi) sembolize eder. Eleusis Gizemlerinin Brahmanik Gizemlere benzer olduğuna inanmak için bir sürü neden vardır. Eleusis Gizemleri’nin Sanskritçe olan “Konx Om Pax” kelimeleriyle bitmesi de bunlardan biridir.

Büyük ihtimalle Eleusis inisiyeleri ruhun uyku sırasında vücudu terk ettiğini veya en azından özel bir eğitimle terk etmeyi öğrenebileceğini biliyorlardı. Böylece Persephone uyanık saatlerde Plüton’un aleminin kraliçesi olarak kalırken, uyku saatlerinde spritüel aleme yükselebilir. İnisiyelere, Persephone’yi (inisiyenin ruhunu) maddi doğasının karanlığından yükselip kavrayış ışığına kavuşmasına izin vermesi Plüton’la nasıl konuşacakları öğretilmişti. Toprağın ve katılaşmış kavramların kelepçelerinde bu şekilde özgürleşen inisiye, sadece bu hayat boyunca değil, sonsuzluk boyunca özgürleşmiştir. Çünkü ölümden sonra cennet denilen üst alemde tezahür etmesini sağlayan araçları bir daha yitirmeyecektir.

İnisiye edildiği dehlizlerde dolaşan neofit, ruhun aşağı alemlerden saadet alemlerine yükselişini gösterecek şekilde giderek daha çok aydınlatılmış odalara giriyordu. Bu odadan odaya geçişin sonunda duvarları resimlerle süslü büyük bir odaya giriyordu. Burada muhteşem cübbeleri içinde papazlarla çevrili olarak Hierophant’ın önünde ona en yüksek Eleusis Gizemleri öğretilirdi. Bu seremoninin sonunda aday Epoptes olarak selamlanırdı. Epoptes, doğrudan bakan veya gören anlamına gelir. Aynı nedenle inisiyasyona otopsi denirdi. Sonra Epoptes’e bazı kitaplar verilirdi. Bu kitaplar muhtemelen şifreliydi. John A. Weisse, The Obelisk in Freemasonary (Hürmasonlukta Dikili Taş) isimli eserinde Eleusis Gizemleri’nde görev alan şahısların inisiyasyonu yöneten bir erkek bir de kadın kahin, bir kadın ve bir erkek meşale taşıyıcısı, bir erkek haberci, bir erkek ve bir kadın sunak hizmetlisinden ibaret olduğunu söylüyor. Bunlardan başka görevliler de vardı. Porphry’e göre kahinin Platon’un Demiurgus’u, yani dünyanın yaratıcısını; meşalecinin Güneş’i, sunak görevlisin Ay’ı, elçinin Hermes yani Merkür’ü, diğer görevlilerin de küçük yıldızları temsil ettiğini söylüyor. Mevcut kayıtlara göre ritüeller sırasında doğaüstü tuhaf olaylar olmaktadır. Birçok inisiye, tanrıları bizzat gördüklerini iddia etmiştir. Apuleius Altın Eşek isimli eserinde Eleusis Gizemleri’ne inisiyasyondan –büyük ihtimalle kendi inisiyasyonundan- şu şekilde bahseder; “Ölümün hudutlarına kadar indim. Proserpine’nin eşiğinden geçip kendimle birlikte bütün elementleri getirerek geri döndüm. Gece yarısında muhteşem bir ışıkla parlayan güneşi gördüm, ona doğru çekildim. Yukarıda ve aşağıdaki tanrılara, ve hemen tapındım onlara.”




En yüksek öğretiler sadece sınırlı sayıda inisiyeye veriliyordu; akıllarının üstünlüğü dolayısıyla bu kişiler temeldeki felsefi kavramları çok iyi anladığını kanıtlayan insanlardan oluşuyordu. Sokrates, Eleusis Gizemleri’ne inisiye olmayı reddetmiştir; üyesi olmadığı halde ilkelerini bildiği için, üye olmanın dilini tutmak anlamına geldiğini anlamıştı. Eleusis Gizemleri’nin yüce, sonsuz hakikatleri barındırdığını anlayabiliyoruz. M. Ouvaroff sormaktadır; “Eğer kahin sadece kendinin veya tarikatın görüşlerini haykırmakla yetiniyor olsaydı, Pindar, Platon, Cicero, Epictetus gibi isimler onlardan büyük bir saygıyla bahseder miydi?”

Ruhun bilgelik ve erdem dışında hiçbir örtüsü olamayacağı için, henüz gerçek bilgiye ulaşmamış olan adaylar Gizemlere çıplak olarak katılırlar, onlara önce bir hayvan derisi, ardından inisiyelerden aldıkları felsefi öğretileri sembolize eden kutsal cübbeler verilirdi. İnisiyasyon sırasında aday iki kapıdan geçerdi. Aşağı alemlere açılan birinci kapı, onun cehalete doğuşunu sembolize ederdi. İkinci kapı görünmeyen ışık kaynaklarıyla iyice aydınlatılan ve içinde Ceres’in heykeli bulunan ışıklı bir odaya açılırdı. Bu oda, Işık ve Hakikat’in ikametgahı, üst alemi sembolize ederdi. Zerdüşt’e adanan mağaralarda da ölüm ve doğumu sembolize eden iki kapı bulunurdu. 




Porphyry’den alınan şu alıntı Eleusisçi sembolizmin aslına hayli uygun bir tasvirini sunar; “Aydınlatıcı ilke olan ve en latif ateşin içinde bulunan Tanrı, kendileri maddi hayatın üstüne çıkaramayan insanların gözleri için görünmez kalır. Bu açıdan şeffaf cisimler, kristaller, Paros mermeri ve hatta fildişi, ilahi ışık fikrini çağrıştırır. Altın ise kararmayan maden olarak onun saflığını gösterir. Bazıları kara taşın ilahi özün görünmezliğini sembolize ettiğini düşünmüştür. Mutlak aklın temsili için Tanrı güzel bir insan biçiminde temsil edilir. (Tanrı güzelliğin kaynağı olduğu için.) Tanrı’nın bütün özelliklerini göstermek için farklı yaşlardan, farklı duruşlarda her iki cinsiyetten bir bakire ve bir bakir bir koca ve bir gelinle temsil edilir. Aydınlık olan her şey tanrılara atfedilir; küre, küresel her şey, evren, güneş, ay ve bazen talih ve umut. Daire, bütün dairevi şekiller, sonsuzluk, göksel hareketler, göklerin bölgeleri ve felekleri.

Dairelerin bölümleri, ayların fazları, piramitler ve obeliskler, yanıcı ilkeler, bunların aracılığıyla gökyüzünün tanrıları. Bir koni güneşi, bir silindir yeryüzünü, fallus ve üçgen doğurganlığı işaret eder.” (bkz. Essay on the Mysteries of Eleusis – Eleusis Gizem Okulları Üstüne Bir Makale, M. Ouvaroff.)

Heckethorn’a göre Eleusis Gizemleri en uzun yaşamış olan gizem okuludur. Theodosius tarafından son verilene dek neredeyse MS 400 yılına kadar cemiyet olarak varlığını sürdürmüştür.

Manly P. Hall

--------------------------

Bu alıntıyı yaptıktan sonra şunu söylemekte de fayda var. Elisabeth Brooke gibi bazı yazarlar Persephone'ye Tecavüz hikayesinin değiştirildiğini, Baba Tanrı fikrinin empoze edilmesi için Artemis'in evlatlık oğlu olan Zeus'un yüceltilerek kadınların aşağılandığını kabul ediyorlar. Yunan mitolojisine ilişkin bu tarz bir yaklaşımı ilk defa Elisabeth Brooke'un kitabında gördüğüm için çok detaylı bahsedemeyeceğim aslında ama özet olarak Persephone'nin aslında tecavüze uğramayıp kendini arayan bir kadın olduğu, bu sebeple yeraltına indiği, Ay'ın üç hali olan Bekarlık, Annelik ve Kron dönemini yansıtan tanrıçaların Persephone - Demeter ve Hecate olduğu, Persephone'nin yeraltındaki halinin Medusa olduğu gibi ilginç fikirler var. O kitabı henüz bitiremedim ama ilerleyen günlerde o konudan da bahsetmeye çalışacağım.

Umarım aktardığım bilgiler yararlı oluyordur.

20 Aralık 2012 Perşembe

Karbon 14 Yöntemi Üzerine...

                   

Arkeologlar ve antropologlar, bütün tarihsel buluntuları tarihlemek için ellerinden geleni yaparlar. Bir buluntu tarihlenir tarihlenmez, var olan sistem içindeki yerini alır ve üstüne hemen bir katalog numarası konur.

Bilimin bugüne kadar kullandığı en doğru yöntem C-14 yöntemidir. Bilginler, atom ağırlığı 14 olan radyoaktif karbon izotopu (C)nun atmosferde sabit miktarlarda bulunmasından hareket ederek bu yöntemi kullanırlar. Bu karbon izotopu bütün bitkiler tarafından emilir. Öyle ki ağaçlar, kökler, yapraklar ve otlarda değişmeyen miktarlarda bulunur. Ancak bütün canlı organizmalar, şu ya da bu biçimde bitki yedikleri için insan ve hayvanlarda da aynı oranda C-14 vardır. Radyoaktif nesnelerin, yeni radyoaktif nesneler eklenmedikçe ayrılıp dağılma süreleri kesindir. Bu dağılma süresi insan ve hayvanlarda ölümle, bitkilerde de hasat ya da yanmayla başlar. Ortalama 5600 yıl içinde karbon izotopu C-14'ün yarısı dağılır. 11.200 yıl sonra dörtte biri, 22.400 yıl sonra da ancak sekizde biri kalır. Atmosferdeki asıl C-14 miktarı bilindiği için, fosilleşmş organik maddelerdeki C-14 oranı karmaşık laboratuvar çalışmalarıyla bulunur. Bu oranın atmosferdeki sabit C-14 miktarıyla ilişkisi de bir kemiğin ya da kömür parçasının yaşını belirler.

İşlek bir yolun kenarından kesilerek yakılan otların külleri, bu bitkilerin yaşlarını yanlış olarak binlerce yıl gösterecektir. Neden? Çünkü bitkiler her gün C-14'ü milyonlarca yıl önce emmiş organik maddelerden elde edilen karbon petrolünü emmişlerdir. Aynı şekilde bir sanayi bölgesinden kesilen ve yaş çemberlerine göre 50 yaşında olan bir ağacın külleri C-14 yöntemiyle incelendiğinde ağacın çok uzak geçmişte dikildiği sonucu çıkacaktır.

    

Bu yöntemin doğruluğu ve güvenilirliği konusunda kuşku duymaktayım. Bugüne kadar yapılan ölçümler C-14 izotopunun atmosferde her zaman aynı olduğu iddiasına dayanıyordu.

Bunun doğru olduğu kesin mi?!?

Ya yöntem daha başlangıcından yanlış temele oturtulduysa? "Tanrıların Arabaları" adlı kitabında, eski din kitaplarından örnekler vererek tanrıların, ancak nükleer patlamaların ortaya çıkardığı türden korkunç ısılar elde edebildiğinden ve radyasyon silahlarına yabancı olmadıklarından söz etmiştim. Söz gelişi Gılgamış Destanı'nda Enkidu, "Göklerdeki canavarın zehirli soluğu" yüzünden ölüyordu. Mahabharata'da savaşçıların "tanrıların öldürücü soluğuyla" kaplanan zırhlarını ve gövdelerini yıkamak için sulara atlayışı anlatılıyordu.

Bu iki durumun ve 30 Haziran 1908 sabahı Sibirya'daki Taiga'da görülen patlamanın gerçekte atom patlaması olduğunu kabul edersek?

Hiroşima, Bikini atolü nükleer deneyleri, Sovyetler Birliği, Sahra ve Çin'deki denemeler de dahil olmak üzere, radyoaktif nesnelerin atmosfere yayıldığı her yerde, C-14 dengesi bozulmuştur. Böylece bitki, hayvan ve insan hücrelerinde, ölçümlere temel alınan atmosferdeki sabit C-14 miktarından daha çok C-14 birikmiştir. Bu kuram tartışılamaz. Kabul edildiğinde de kesin denilen bilimsel tarihlemeler hakkında kuşku doğar. Bilinmeyen astronotların ziyaretiyle ilgili kuramımızda uğraştığımız zaman bölümleri öyle geniştir ki, araya girecek küçük bir hesap hatası 20.000 yıl gibi yanlışlıklara yol açabilir. Çok eskilere giden tarihlemelerden kuşku duymamın nedenlerinden biri budur.

Erich Von Daniken - "Yıldızlara Dönüş" adlı kitabından alıntılanmıştır.


18 Aralık 2012 Salı

Baküs ve Dionyssos Kültü

Baküs kültü, genç Baküs'ün (Dionyssos ya da Zagreus) Titanlarca parçalara ayrılması alegorisi etrafında biçimlenir. Bu devler, Baküs'ün bir aynada kendi imgesiyle büyülenmesine neden olup onu parçalarlar. Sonra onu suda haşlayıp pişirirler. Pallas öldürülen tanrının kalbini kurtarır. Bu sayede Baküs'ün tekrar dirilmesi sağlanır. Titanların işlediği suçu gören Demiurg Jüpiter (Zeus), şimşeklerini fırlatır ve Titanların bedenini göksel ateşle yakarak onları yok eder. Baküs'ün bir kısmını yedikleri için, onun etinin parçasını da içeren küllerden insan ırkı yaratılır. İnsanın dünyevi hayatının bir parçası Baküs'ü taşıdığı için intihar etmek yasaktır.

Baküs (Dionyssos), aşağı dünyanın rasyonel ruhunu temsil der. Baküs hali, rasyonel ruhun kendini bilme hali içindeki birliği işaret eder. Titanik hal ise, rasyonel ruhun evrene dağılmış, dolayısıyla kendi özsel bilincini yitirmiş çeşitliliğini gösterir. 

Baküs'ün düşüşüne neden olan ayna, büyük yanılsamalar denizi, aşağı dünyadır. Baküs (dünyevi rasyonel ruh) önünde gördüğü imgeyi kendi sureti olarak kabul eder ve kendi benzerliğine ruh verir; yani rasyonel fikir kendi yansımasına -akıldışı evrene- irrasyonel imgeye ruh verir. Bu şekilde ona, kaynağı olan rasyonel imge gibi olma itkisini verir. Dolayısıyla kadimler, insanın tanrıları mantık ve akılla değil, tanrıları kendi içinde yaratarak bildiğini söylerler.

Baküs aynaya bakıp maddedeki kendi yansımasını gördükten sonra, dünyanın rasyonel ruhu parçalara ayrılır ve Titanlar tarafından onun özsel doğasını oluşturan dünyevi küreye dağıtılır. Ancak kalbi yani kaynağını dağıtamazlar. Onu suda kaynatmışlardır (maddi evrene gömülme sembolü). Parçalarını pişirmişlerdir (ruhani doğanın formdan çıkıp yükselmesi). 

İnsanlığın amacı, Baküsçü fikri, yani rasyonel ruhu Titanların müdahalesinden korumak ve sonunda ortaya çıkarmaktır. Jüpiter, maddi evrenin imalatçısı ve Demiurgu olduğu için, Yaratıcı Üçlü'nün üçüncü kişisi ve sonuç olarak ölümün efendisidir. Ölüm, sadece onun hüküm sürdüğü aşağı varlık küresinde vardır. Dağılma meydana gelir ki, daha yüksek bir form ya da akıl düzeyinde yeniden birleşme olsun.

İnsan birleşik bir yaratıktır. Aşağı doğası Titanların parçalarından, süt doğası ise Baküs'ten oluşur. Dolayısıyla insanda hem Titansı (irrasyonel) hem de Baküsçü (rasyonel) varoluş mevcuttur. Hesiod'un sayıları 12 olan Titanları muhtemelen Zodyak'ı gösterir. Baküs'ün Titanlarca parçalanması ve öldürülmesi ise, onların dünyevi hayatta meşguliyetleriyle çarpıtılmış olan Zodyak'ı temsil ediyordu. Pallas ve Minerva'nın kurtardığı Baküs'ün kalbi, parçalanmış bedenin sembolize ettiği dört elementin üstüne çıkarılıp esire konmuştur. Baküs'ün kalbi rasyonel ruhun ölümsüz merkezidir.

Dionyssos ritüelleri Baküs ritüellerine çok benzer ve birçok kişi bu ikisini bir kabul eder. Baküs, sonsuz sayıda form çeşitliliğine girebiliyordu. Dionyssos göründüğü kadarıyla onun güneşsel yanıdır.

Gizli bir kadim cemiyet oluşturan Dionyssosçu mimarlar, öğretileri ve ilkeleri açısından günümüz Hürmasonlarına çok benzerler. Bunlar dünyevi ve ilahi mimari bilimleri arasındaki ilişkinin gizli bilgisini yeminle saklayan inşaat ustalarından oluşan bir örgüttü. Efsaneye göre Kral Süleyman'ın tapınağının inşaatında da çalıştıkları söylenir. Onlar ne Yahudi idi ne de Yahudi Tanrısına taptılar. Çünkü Baküs ile Dionyssos'un takipçisiydiler. Gizli bir dilleri vardı ve taşları gizli işaretlerle işaretlerlerdi. Yıllık meclisleri ve kutsal şölenleri olurdu. Öğretilerinin tam olarak ne olduğu bilinmez. Hiram Abif'in bu cemiyetin bir inisiyesi olduğuna inanılır. 

​Manly P. Hall

Asar-Hapi Gizemleri


   

Yunanlı-Mısırlı Serapis'in (Mısır'da Asar-Hapi adıyla bilinir) kimliği nüfuz edilemez bir gizem perdesiyle örtülüdür. Bu tanrı, Mısır'ın gizli erginleme ritüellerinin bilinen bir figürü olmasına rağmen, onun doğasının sırrı sadece Serapis kültünün şartlarını yerine getirenlere ifşa edilmiştir. Dolayısıyla, büyük bir ihtimalle, inisiye rahipler dışında hiçbir Mısırlı onun gerçek karakterini bilmiyordu. Bugüne dek Serapis ritüelleri hakkında hiçbir orijinal metin bulunamamıştır; fakat tanrı ve onunla birlikte kullanılan semboller analiz edildiğinde bazı harici noktalar ortaya çıkar. Kıbrıs Kralı'na yapılan bir kehanette, Serapis kendini şu şekilde tanımlar;

"Sana göstereceğim nasıl bir tanrı olduğumu,
Yıldızlı gökler benim başım, deniz gövdemdir,
Yer ayaklarımı oluşturur, madenler kulaklarımdır,
Güneşin uzaklara eren parlak ışıkları benim gözlerimdir."

Serapis kelimesinin kökenine dair en yaygın teori, onun bileşik Osiris-Apis kelimesinden geldiğini söyler. Bir zamanlar Mısırlılar ölülerin Ölüm Tanrısı Osiris'in doğasınca yutulduğuna inanırlardı. Doğanın maddi bedenine Apis denilirdi, ölüm sırasında bedenden kurtulan, ancak fiziksel yaşam boyunca cisimle iç içe geçmiş olan ruh ise Serapis'ti. 

C.W. King, Serapis'in Brahmanik bir kökene ait olduğuna ve isminin Hindu Ölüm Tanrısı Yama'nın isimlerinden biri olan Ser-adah yani Sri-pa kelimesinin Yunanlaştırılmış bir hali olduğuna inanır. Serapis'in bir boğa cismi içinde Baküs tarafından Hindistan'dan Mısır'a sürüldüğüne dair bir efsane var olduğu için bu teori akla yatkındır. Hindu Gizemlerindeki önceliği de bu teoriyi destekler. 





Serapis kelimesi için önerilen diğer anlamlar arasında şunlar vardır; "Kutsal Boğa", "Güneş Boğa Burcunda", "Osiris'in Ruhu", "Kutsal Yılan" ve "Boğanın Dönüşü". Son isim Kutsal Apis'in her 25 senede bir Nil sularında boğulması seremonisi ile ilgilidir.

İskenderiye Serapeum'daki ünlü Serapis heykeline daha önce Sinop'ta başka bir isimle tapınıldığına ve heykelin buradan İskenderiye'ye getirildiğine ilişkin hayli kanıt mevcuttur. Ayrıca Serapis'in Mısırlıların bilimsel ve felsefi güçlerini borçlu oldukları eski krallarından biri olduğuna dair bir teori daha vardır. Ölümünden sonra bu kral tanrı mertebesine yükseltilmiştir. 

"İsis ve Osiris" isimli eserinde Plutarch, İskenderiye'de Serapeum'da bulunan devasa Serapis heykelinin kökeniyle ilgili olarak özetle şunları anlatmıştır; Ptolemy Soter, Mısır firavunu iken tuhaf bir rüyada devasa bir heykel görür. Bu heykel bir anda canlanarak firavuna kendisini bir an evvel İskenderiye'ye götürmesini emreder. Heykeli nerede bulacağını bilmeyen Ptolemy Soter, çaresizdir. Firavun rüyasını anlatırken Sosibius isminde bir seyyah yaklaşarak Sinop'ta böyle bir şey gördüğünü söyler. Firavun hemen Soteles ile Dionysius'u heykelin İskenderiye'ye getirilmesi için görevlendirir. Heykelin bulunması 3 yıl sürer. Firavunun elçileri onu çalarlar ve heykelin canlanarak limandaki bir gemiye bindiğini, Mısır'a doğru yolculuğa çıktığını söyleyerek hırsızlıklarını gizlerler. Mısır'a getirilince heykel iki inisiyenin önüne getirilir ve her ikisi de bu heykelin Serapis olduğunu söylerler. Rahipler daha sonra onun Plüton'a denk olduğunu ilan ederler. Bu çok önemli bir harekettir çünkü bu Serapis'te Yunanlılar ile Mısırlılar ortak bir tanrı bulmuşlardır.

Serapis verilen tariflere göre uzun boylu, güçlü bir figürdür ve aynı anda hem erkeksi güce hem de kadınsı zarafete sahiptir. Yüzü düşünceli, neredeyse üzüntülü bir ifadeye sahiptir. Her zaman dökümlü kıyafetlerle resmedilir. İnisiyelere göre bunun nedeni androjen bir bedene sahip olmasıdır. 





Serapis sık sık kutsal bir timsahın üzerine basarken tasvir edilir. Elinde Nil'in derinliğini ölçmek için bir cetvel vardır. Ve sağ eliyle çeşitli hayvan başları olan garip bir yaratığa dayanır. Birinci baş -aslan başı- şimdiki zamanı, ikinci baş -kurt başı- geçmişi, üçüncü baş -köpek başı- geleceği gösterir. Üç başlı gövde bir yılanla sarılmıştır. Serapis tasvirleri bazen Cerberus -Plüton'un üç başlı köpeği- ve Jüpiter gibi başının üstünde tahıl sepetini taşırken gösterilmiştir.

Serapis'e Theon Heptagrammaton yani yedi harfli ismi olan tanrı denirdi. Serapis ismi tıpkı Abraxas ve Mithras gibi yedi harflidir. Rahipler Serapis ilahilerinde yedi sesli harfi zikrederdi. Serapis kimi zaman boynuzlarla veya yedi ışından bir taçla gösterilir. Bu yedi ışın açıkça güneş ışığı aracılığıyla tezahür eden yedi ilahi varlığı temsil eder.

Britannica Ansiklopedisine göre Serapis'ten bahsedilen en eski tarih İskender'in cenazesidir. Serapis'in prestiji öyle yüksektir ki ölen kral adına tek ona danışılmıştır.

Mısır Gizli Felsefe Okulu, Küçük ve büyük gizemler olarak ikiye ayrılmıştı. Birincisi İsis gizemleri, ikincisi Osiris ve Serapis gizemleriydi. Wilkinson, büyük gizemlere ancak rahiplerin girmesine izin verildiği görüşündedir. (Bkz. Wilkinson, Manners and Customs of Egyptian - Mısırlıların Örf ve Adetleri). Büyük gizemlere çok az insan kabul ediliyordu ve onlar da gizlilik yeminlerini bozmazlardı.

Mısır gizem okullarının yüksek derecelerinin ritüellerine dair malumatın çoğu inisiyasyonların verildiği odaların ve dehlizlerin incelenmesinden elde edilmiştir. Thedosius tarafından yıkılan Serapis tapınağının altında gece saatlerinde yapılan erginleme ritüellerinin kutlandığı yeraltı mahzen ve dehlizlerde tuhaf mekanik düzenekler bulunmuştur. Bu düzenekler adayların maruz bırakıldıkları şiddetli ahlaki ve fiziksel cesaret sınavlarını işaret eder. Neofitler bu işkenceye benzer sınavları hayatta kalarak geçtikte sonra soylu ve daha önce eşine rastlamadıkları bir ışıkla parıldayan Serapis'in huzuruna getiriliyordu. 



Serapis ritüelleriyle ilgili önemli bir şey de labirentlerdir. E.A. Wallis Budge, Gods of Egyptians (Mısırlı Tanrılar) isimli eserinde Serapis'i (Minator'a benzer bir biçimde) bir insan vücudu ve bir insan başıyla tasvir eder. Labirentler insan ruhunun hakikat arayışında gezindiği aşağı dünyanın işlerinin ve yanılsamalarının sembolik bir temsilidir. Labirentte boğa başlı aşağı hayvani insan yaşamakta ve dünyevi cehaletin karmaşık yollarında yolunu kaybeden ruhu yok etmeye çalışmaktadır. Burada Serapis, ölümsüzlerle birleşmeye çalışan ruhlara karşı muhalif ve onları sınayandır. Labirent hiç kuşkusuz ayrıca güneş sistemini temsil etmek için kullanılıyordu. Boğa-insan, gezegenlerin, ayların ve asteroitlerin labirentinde yaşayan güneşi temsil ediyordu.

Serapis, yavaş yavaş daha önce başka Mısır ve Yunan tanrıları tarafından işgal edilmiş olan mertebelere çıkmış, sonunda her iki dinin de en yüce tanrısı haline gelmiştir. Daha sonra Pagan Felsefeyi yok edecek olan Theodosius MS 385 yılında unutulmaz De Idolo Serapidis Diruendo emrini çıkardı. Bu emre itaat eden Hristiyan askerler İskenderiye'deki Serapeum'a asırlardır orada dikili duran Serapis heykelini yok etmek için girdiklerinde, tanrıya saygıları öyle büyüktü ki, ona dokunmaktansa, yerin yarılıp onları yutmasını tercih ettiler. Epey bir süre sonra korkularını alt edince heykeli parçaladılar, binayı yıktılar yaptıkları saygısızlığın doruk noktası olarak da Serapeum'un büyük odalarını kaplayan muhteşem kütüphaneyi yaktılar. 

Manly P. Hall

Meditasyon: Zihni Eve Getirmek


 Bir süredir meditasyon ile ilgileniyorum. Doğru şekilde meditasyon yapmaya o kadar çalışıyorum ki, zihni susturmaya çalışırken sürekli zihnimde sesler oluşuyor ve merak içinde ulaşacağım son noktaya takılıp kalıyorum. Bir de uyuyakalmak var tabii :) Bütün bu uğraşıların hayatımda farklı ancak yeterli olmayan bir bakış açısı yarattığı bir gerçek… Zihnimi gerginliklerden uzak tutabilmek, ani stresler dışında evimde kendimi bütün sıkıntılarımdan soyutlayabilmek özellikle içsel huzurum konusunda bana çok büyük katkıda bulundu. Birçoğunuz birkaç ay önceki halimi hatırlarsınız… Hatta bazı arkadaşlarım manik-depresyon tanısı bile koymuşlardı bana :D Zorla kendimi telkin etmeye çalıştığım, komik bir Pollyannacılık içerisinde, her sabaha tükenmiş bir şekilde uyanıyordum. Fazla kilolarım ve metabolizma rahatsızlığım nedeniyle önce sağlıklı beslenme konusuna eğildim. Sanırım bu benim gelişimim için ilk adımdı… Bedenimize değer vermedikçe, dikkat etmedikçe zihnimiz de bulanıklaşıyor. Bunun ciddiyetini sağlıklı yiyecekler yiyerek, spor yaparak kavradığımı söyleyebilirim. Spor ve sağlıklı besinler sayesinde ve sabahları erken kalkmakla, eskiden uyandığımda yaşadığım tükenmişlik duygusu yerini daha iyi ve mutlu yaşama isteğine, daha da önemlisi daha iyi ve mutlu yaşama çabasına bıraktı… İşten de ayrılmamla birlikte Gnoxis’te ve yabancı sitelerde daha özgür saatlerde dolaşabilmem, sürekli araştırmalarımla baş başa kalabilmem, günlük koşuşturmacanın dışında kalmamla etrafımı rahatça gözlemleyebilmem sonucunda algılarımda büyük bir rahatlama gerçekleşti. Sonrasında tesadüf eseri (ki tesadüflere asla inanmam bana kalırsa gelişimim için gerekli olduğundan) aşağıda özetini vereceğim Sogyal Rinpoche’nin Tibet’in Yaşam ve Ölüm Kitabı’na ait bir bölümle karşılaştım.  Herkes içsel yolculuğunda yalnızdır ve gideceği yolları kendisi seçer. Ancak bu yazının sizlere de katkısı olacağını düşünüyorum. Kendi yorumlarımla birlikte oluşturduğum yazıya lütfen bir göz atın…
---
Yaşamımız şiddetli bir koşuşturmacayla, hızlı bir saldırganlık hali içinde geçiyor. Sürekli rekabet ve hırsla bir şeylere sahip olmayı başarmaya çalışmakla kendimizi gereksiz faaliyetler ve zihin meşguliyetleri ile sıkıntıya sokuyoruz. İşte meditasyon bunun tam tersidir. Meditasyon yapmak, normalde nasıl işliyorsak, ona tam anlamıyla ara vermek, bütün endişe ve kaygılardan arınmış olma halidir. İçinde hiçbir hırs bulundurmama halidir ki, orada ne kabul ne reddediş, ne umut ne de korku vardır. O durumda bizi esaret altında tutan tüm bu duygu ve kavramlardan yavaşça doğal sadeliğe doğru sıyrılmaya başlarız.


Zihnimiz samsara tarafından ve samsara için mükemmel şekilde eğitilmiş durumdadır. Negatif duygular kendiliklerinden ansızın içimizde yükselirler ve bizler bunları oluşturmaya bile çabalamak zorunda kalmayız. Eğer zihni meditasyon yaparak kendisini yanılsamalardan kurtarma görevine adarsanız, zaman içinde sabır, disiplin ve doğru eğitimle zihnimizin kendisini açmaya, düğümü çözmeye başladığını ve kendi gerçek mutluluk ve açıklığına kavuştuğunu görürüz. Ancak zihni eğitmek beyin yıkamak ya da zorla ona boyun eğdirmek demek değil, tam tersi zihnin doğrudan ve somut olarak nasıl çalıştığını anlamaktır. Bu açıdan baktığımızda, “telkin”lerin yanlış anlaşıldığını, birçoğumuzun kendini telkin etmek yerine beyin yıkamaya çalıştığını düşünüyorum. Meditasyon egzersizi olarak kullanılan mantraların yerini telkine bıraktığı batı tarzı meditasyon yöntemlerinde kişi aynı cümleyi defalarca söyleyerek olmak istediği bir noktaya adeta beynini yıkayarak gelmeye çalışmaktadır. Oysa bana göre meditasyonda böyle bir çaba yerine, kişinin kendisini tanımak için gözlemlemesi, zihninin nasıl çalıştığını izlemesi daha doğrudur. Böylece zamanla kendisini tanıyan kişi, bir noktada olmak için yoğun çaba sarf etmek yerine zamanla gelişecek ve olması gereken noktaya erişecektir.  

8. yüzyılda yaşamış Budist Usta Shantideva şöyle der;
Eğer bu zihnin fil’i her tarafından farkındalık içerisinde ise,
Tüm korkular kaybolur ve tam anlamıyla mutluluk ortaya çıkar
Tüm düşmanlar bütün kaplanlar, aslanlar, filler, ayılar, yılanlar (tüm duygularımız)
Ve cehennemin tüm bekçileri, şeytanlar ve korkular,
Tüm bunlar zihnimizin ustalığı tarafından bağlanırlar,
Ve bu bir tek zihni eğitmek suretiyle,
Onların hepsine boyun eğdirilir.
Çünkü aslında tüm korkuların ve tarifsiz
Üzüntülerin kaynağı zihindir.

Meditasyonun Özü

Meditasyonun amacı; içimizdeki gökyüzü kadar engin zihnin doğasını uyandırmak ve bize gerçekte ne olduğumuzu göstermektir ki; bu tüm yaşam ve ölümün temelini teşkil eden değişmez, saf farkındalıktır.

Meditasyonun sükûnet ve sessizliği içinde, uzun zaman önce kaybettiğimiz o derinlerdeki doğamızı görür ve oraya geri döneriz. Şu anda sürekli arzu eden, çabalayan, hırs içinde acı çeken varlıklar gibiyiz. Hepimiz birçok değişik kimliklere bölünmüş durumdayız. Gerçekten kim olduğumuzu ya da kendimize ait hangi görüntünün gerçek olduğunu, bunlardan hangisinin bizi tanımlayacağını, hangisine inanacağımızı bilmiyoruz. Öyle çok aykırı ses, emir ve duygu üzerimizdeki denetimi ele almak için savaşıyor ki, kendimizi dağılmış hissediyoruz. İşte bu nedenle meditasyon; zihni eve getirmektir.

Buda’nın öğretisinde, meditasyonun yalnızca geçici bir rahatlama, huzur ve mutluluk ya da sizin ve diğerlerinin aydınlanması yolunda güçlü bir amaç olması dışında, değişimi yaratan 3 şey olduğuna inanırız. Bu 3 şeyi şöyle adlandırırız; “Başlangıçtaki iyi”, “Ortadaki iyi” ve “Sondaki iyi”.

Başlangıçtaki İyi; Biz ve tüm sezgi sahibi varlıkların aslında en derindeki özümüz olan buda doğasına sahip olduğumuzun farkındalığı ve bu anlayışa sahip olmakla bilgisizlikten kurtuluş ve en sonunda acı çekmeye bir son verişten oluşur. Her meditasyonda bu düşünce bize esin verir ve meditasyon uygulamamızı ve yaşamımızı, geçmişteki tüm Buda’ların kullandığı aşağıdaki dua yoluyla tüm varlıkların aydınlanmasına adarız;

Bu meditasyonun gerçeği ve gücü yoluyla
Tüm varlıklar mutluluğa ve kendilerine
Mutluluk getirecek amaçlara sahip olsun;
Herkes kederden ve üzüntü getirecek
Nedenlerden özgürleşsin.
Hiç kimse kedersiz olan kutsal mutluluktan ayrı kalmasın.
Ve herkes çok fazla bağımlılık ve çok fazla nefret içermeyen
Bir dinginlik içinde yaşasın.
Ve tüm yaşamların eşit olduğuna inanarak yaşasın.

Ortadaki İyi; Bizi uygulamanın özüne götürür ve zihnin çatısını oluşturur. Zihnin doğasının farkındalığına erişmek yoluyla esin sağlar, hiçbir şeye sıkı sıkıya bağlanmamak, bütün kavramsal anlayışlardan özgürleşmek, her şeyin doğal olarak boş, aldatıcı ve rüya gibi olduğunun anlayışı olarak ortaya çıkan bir haldir.

Sondaki İyi; Öyle bir yoldur ki, orada meditasyonumuzu sağlayabileceği tüm erdemlere adarız ve gerçek bir arzu ile şöyle dua ederiz; “Bu meditasyon uygulaması yoluyla kazanılacak her türlü fayda, tüm insanların aydınlanmasına katkıda bulunsun; bütün varlıkların özgürleşmesi yolunda yorulmaksızın çalışan tüm Buda’ların yaptıkları işler okyanusunda bir damla olsun.” Erdem olumlu güç ve faydadır, meditasyon uygulamanız yoluyla yayılan dinginlik ve mutluluktur. Siz bu ödülü uzun vadede, tüm insanların en büyük yararına, onların aydınlanmalarına adarsınız. Böylelikle gerçeğin doğasının dışında her şeyin asılsız ve rüyaya benzer niteliğinin farkına varmış olarak, meditasyonu adayan kişi olarak siz, bu uygulamayı adadığınız insanlar, hatta adama işleminin kendisinin bile doğalarından gelen bir şekilde boş ve aldatıcı olduğunu içinizin en derinlerinde hissedersiniz.




Bu 3 kutsal ilke; ustalıklı motivasyon, uygulamayı koruyan, hiçbir şeye sıkı sıkıya bağlanmama hali ve onu onaylayan adanmışlık meditasyonunuzu tam anlamıyla güçlü ve aydınlanmaya ulaştırıcı kılar.

Farkındalık Uygulaması

Farkındalık uygulaması, dağılmış, parçalanmış zihni evine getirmek ve böylece varlığımızın değişik durumlarına odaklanmak, “dinginlik içinde kalmak” veya “sükunetle durmak” olarak adlandırılır. “Dinginlik içinde kalmak” ile üç şey başarılır. Birincisi; varlığımıza ait tüm dağılmış ve birbirleriyle savaş içinde olan kimliklerimiz sakinleşir, çözülür ve arkadaş olurlar. Bu duruma geldiğimizde kendimizi daha iyi tanıyıp anlamaya başlarız ve bazen asıl doğamızın yaydığı ışıltıları kısa bir süre için bile olsa görebiliriz. İkinci olarak olumsuzluğumuzu, saldırganlığımızı ve birçok yaşamlar boyunca üzerimizde güç kazanmış olan çalkantılı duygularımızı dinginleştirir. Bu duyguları bastırmak ya da onlara teslim olmaktansa, burada onları gözlemlemek, düşüncelerinizi ve içinizden ne yükselirse yükselsin bunları olabildiğince büyük bir açıklık ve cömertlikle kabullenmek önemlidir. Farkında ve açık olarak kalmaya devam ettiğiniz sürece ve zihninize giderek daha fazla odaklandığınız için olumsuz duygularınız gittikçe azalır, kendinizi varlığınızın içinde iyi hissetmeye başlarsınız. Rahatlama ve sonsuz huzur buradan gelir. Üçüncü olarak, bu uygulama içinizdeki iyi kalbi gözler önüne serer. Çünkü bu uygulama sayesinde içinizdeki şefkatsizlik ve kötülük yok olup ortadan kalkar.

Büyük Doğal Sükûnet

Meditasyon uygulamasının tamamı 3 önemli nokta ile açıklanabilir; Zihninizi yuvasına götürmek, serbest bırakmak ve rahatlamak. Zihni yuvasına götürmek en derindeki anlamıyla, zihninizi içinize çevirmek ve zihnin doğasında kalmak demektir. Serbest bırakmak, tüm acı, korku ve kederin, hırs içindeki zihninizin şiddetli arzularından kaynaklandığını kabullendiğiniz sürece, onu bir şeylere sıkı sıkıya bağlı olmanın yaratmış olduğu hapishane hücresinden kurtarmak anlamındadır. Rahatlamanın anlamı genişlemiş olmak ve zihni gerilimlerinden kurtarıp gevşemek demektir. Bu duygu, sanki düz bir yüzeyin üzerine bir avuç kumu yavaşça akıtmak gibidir. Her bir kum tanesi kendi ahengi içinde yüzeye düşer. Bu sizin de zihninizin gerçek doğası içinde nasıl rahatlamanız gerektiğini gösterir, tüm duygu ve düşüncelerin doğal bir şekilde sakinleşip, zihninizin gerçek doğası içinde erimesine izin vermektir. Sükûnetin sizinle birlikte çalışmasına ve parçalanmış zihninizi toplayarak, sükûnetle durmak farkındalığı düzeyine ulaştırmasına ve duru görü anlayışının getireceği farkındalığın içinizde uyanmasına izin verin. Tüm olumsuzluğunuzun kaybolduğunu, saldırganlığınızın eriyip gittiğini ve karmaşanızın, gerçek doğanızın kusursuz ve engin gökyüzünün içindeki sis gibi yavaşça buhar olup uçtuğunu hissedeceksiniz. Bedeniniz ve zihniniz dingin, sessizlik içinde sakince oturarak içinizden yüksele duygu ve düşüncelerin hiçbirine sıkı sıkıya tutunmaya çalışmadan, sadece gelmelerine ve gitmelerine izin vermek…




Dudjom Rinpoche sık sık şöyle derdi; “bütün gün boyunca tarlada çalışıp zor bir gün geçirdikten sonra eve dönen bir adam hayal edin. Adam evine geldikten sonra ateşin önünde duran en sevdiği koltuğuna gömülür. Bütün gün boyunca çalışmıştır ve başarmak istediği her şeyi başardığını bilir. Kaygılanacak bir şey yoktur. Geride bitirilmemiş bir şey kalmamıştır. Ve tüm o kaygı ve endişelerin akıp gitmesine izin verebilecek durumdadır. Yalın olarak halinden hoşnuttur.”

Yani meditasyon yaptığınız zaman zihninizin içsel şartlarını doğru olarak yaratmanız çok önemlidir. Tüm telkinler, efor ve çabalamalar genişlemiş olamamaktan kaynaklanır, yani bu doğru şartları yaratmak meditasyonunuzun gerçek anlamda başarılı olması için yaşamsal önem taşır. Keyif ve açıklık duygusu içinde olduğunuz zaman meditasyon çaba göstermenize gerek kalmadan ortaya çıkar.

Meditasyonda Yöntemler

Eğer zihniniz doğal olarak kendi uyumu içine yerleşebiliyorsa ve siz de onun saf farkındalığı içinde olmaktan esin alabiliyorsanız özel bir meditasyon yöntemine gereksinim duymazsınız. Büyük bir çoğunluk bu durumu hemen, kolaylıkla deneyimlemekte zorlanır. Sadece onu nasıl uyandıracağımızı bilmiyoruz ve zihinlerimiz o kadar güvenilmez ve şaşkın ki, onu uyandıracak yönteme ihtiyacımız var. Ancak şu unutulmamalıdır; Yöntem sadece bir araçtır. Meditasyonun kendisi değildir. Meditasyon çabalamak değil, doğal olarak onun tarafından özümsenmek demektir.

Meditasyonun gerçekleşebilmesi için dingin ve uygun koşulların yaratılması gerekir. Zihnimiz üzerinde ustalık kazanmadan önce, doğal çevrenizi sakinleştirmeniz gerekir. Meditasyonda bir kez sağlamlığı yakaladığımızda, sesler ve diğer her türlü rahatsız edici koşulun üzerimizdeki etkileri de azalmaya başlar.

Batı’da, benim “meditasyon teknolojisi” dediğim şeyin içinde kaybolup gitmiş durumdalar. Her şey bir yana modern dünya mekanizmalardan ve makinelerden son derece etkilenmektedir ve saf anlamıyla pratik formüllerin bağımlısı haline gelmişler. Ancak meditasyonun en önemli özelliği teknik değil, ruhtur. Uygulamamızın başarısı, esin verici ve yaratıcı yolu ya da başka bir deyişle duruştur.


Duruş

Doğru duruşun tüm amacı, meditasyon ve Rigpa’nın uyandırılması için daha esinlendirici bir ortam yaratmaktır. Bedenin duruşu ile zihnin durumu arasında yakın bir ilişki vardır. Beden ve zihin birbirleri ile ayrılmaz bir ilişki içindeler ve bu nedenle de duruşlarınız ve tavırlarınız esin verici olduğunda meditasyonunuz doğal şekilde açığa çıkar. Size açıklayacağım duruş, alışkın olduğunuz duruşlardan biraz farklı olabilir. Kadim Dzogchen öğretisinden gelmekte olan ve ustalarımdan birinden öğrendiğim bu duruşun son derece etkili olduğuna inanıyorum.

Dzogchan öğretisinde, duruşunuzun ve bakışınızın bir dağ gibi olması gerektiğinden bahsedilir. Bakışınız, meditasyonunuza taşıdığınız zihnin doğası ile ilgili tüm anlayışınızın ve içgörülerinizin bir özetidir. Böylece bakışınız, oturuş biçiminizde varoluşunuzun özünü açığa vurarak duruşunuzu anlamlandırır ve etkiler.

Öyleyse, bir dağın sarsılmaz ve sağlam varlığıyla tıpkı bir dağ gibi oturun. Bu duruşun en önemli en can alıcı noktası sırtı bir ok ya da altın paralardan oluşmuş bir yığın gibi dik tutmaktır. Bu şekilde içsel enerji ya da prana, bedenin kanallarında rahatça akacak ve zihniniz rahatlaması için gereken doğru durumu bulacaktır. Hiçbir şeyi zorlamayın. Başınız, boynunuzun üzerinde rahatça dengede durmalıdır. Bağdaş kurarak oturun. Lotus duruşunda oturmanız şart değildir. Bir sandalye üzerinde bacaklarınız gevşemiş şekilde oturmayı da tercih edebilirsiniz, fakat sırtınızın dik olduğundan emin olun. Benim meditasyon geleneğimde gözler açık tutulmalıdır. Bu çok önemlidir. Eğer dışarıdan gelecek etkilere karşı çok duyarlıysanız uygulamaya başladığınızda bir süre için gözlerinizi kapalı tutmayı rahatlatıcı bulabilirsiniz. Dinginliği bir kez sağladıktan sonra yavaşça gözlerinizi açın, bakışlarınızın çok daha dingin ve huzur dolu olduğunu fark edeceksiniz. Şimdi, aşağıya doğru önünüzde yaklaşık 45 derecelik bir açı oluşturan burun çizginize doğru bakın. Ne zaman zihninizin karmaşa içinde olduğunu hissederseniz bakışlarınızı aşağı doğru kaydırmak, durgun ve uykulu hissettiğiz zamanlarda ise bakışlarınızı yukarı yöneltmek her zaman kullanabileceğiniz en iyi çözümdür. Dzogchen öğretilerinde, meditasyonunuz ve bakışlarınız büyük bir okyanusun sınırsız genişliğini taşımalıdır denir. Bütüne yayılan açık ve sınırsız. İşte o halde iken özellikle belli bir şeye odaklanmayın. Bunun yerine hafifçe kendi içinize geri dönün ve bakışlarınızın genişleyip giderek daha sınırsız ve bütüne yayılmış hale gelmesine olanak tanıyın. Bu halde iken görüşünüzün kendisinin çok daha genişlemiş olduğunu, bakışlarınızda daha çok dinginlik ve şefkat bulunduğunu, denge ve huzur içinde olduğunuzu keşfedeceksiniz.

Gözleri kapamak yerine açık tutmanın birkaç nedeni vardır. Yaşamı dışarıda bırakmak yerine, açık ve her şeyle barış içinde kalırsınız. Duyularınızı duymak, görmek, dokunmak onların algılarına sıkı sıkıya bağlı kalmaksızın, doğal olarak sadece oldukları gibi açık tutarsınız. Dzogchen’in özel parlaklık uygulamasına göre, bilgelik enerjimizin tamamı kalp merkezimizde bulunur ve bu merkez bilgelik kanalları yoluyla gözlerimizle bağlantı halindedir. Gözler parlaklığın kapılarıdır. Öyleyse bu bilgelik kanallarının yolunu kesmemek için onları açık tutun.

Meditasyon yaparken ağzınızı sanki derin ve rahatlatıcı bir “aah” sesi çıkarmak üzereymişsiniz gibi hafifçe açık tutun. Ellerinizi rahatça diz kapaklarınızın üzerinde tutun. Bu duruş rahat ve refah içindeki zihnin duruşu olarak adlandırılır.



Meditasyon Durumunda Zihin

Meditasyon sırasında zihnimizle kesinlikle hiçbir şey yapmamalıyız. Sadece zihninizi olduğu gibi bırakın. Ünlü bir deyiş; “Eğer zihin, bilinçli olarak kurulmamış haldeyse, yani kendi halindeyse, mutlu ve neşe doludur; tıpkı su gibi, kışkırtılmadığı zamanlarda doğasından gelen şekilde şeffaf ve durudur” der. Sık sık meditasyon halindeki zihinle bir sürahi bulanık suyu kıyaslayalım: Suyu çalkalamadan ve karıştırmadan ne kadar uzun süre bırakırsak, onu bulandıran parçacıkların dibe çökerek suyun doğal berraklığının ortaya çıkmasına izin vermesi de o kadar kolay olur. Zihnin doğası da tam olarak böyledir bu sebeple onu değiştirmeye çalışmadan kendi haline bırakırsanız o da mutluluk ve açıklık olan gerçek doğasını bulacaktır.

Yani başta da söylediğimiz gibi, zihninize hiçbir şeyi zorla kabul ettirmemeye, ona yüklenmemeye dikkat edin.

Hassas Denge

Meditasyon sırasında uyanıklık ile gevşeyip rahatlamış olma arasında hassas bir denge olması şarttır. Konsantre olmak için çaba gösterince başımız ağrır, ya da tamamen gevşediğimizde de uykuya dalarız. Oysa ne çok gergin ne de çok gevşek olmamamız gerekmektedir. Tibet’in en büyük kadın ustalarından biri olan Ma Chik Lap Drön, “Uyanıklık uyanıklıkta; ama gevşeme gevşemededir. Bu meditasyon sırasında görünümün en can alıcı noktasıdır” der. Uyanıklığınızı uyandırın, ama aynı zamanda rahatlamış bir durumda olun, öyle ki zihninizn içinde rahatlamış olmak fikrinin bile bulunmasına izin vermeyin.




Duygu ve Düşünceler; Dalgalar ve Okyanus

İnsanlar meditasyon yapmaya başladıkları zaman düşüncelerinin her zamankinden daha çılgın şekilde zihinlerine dolduğundan bahsediyorlar. Oysa bu gayet iyi bir şeydir. Bu sizlerin daha sakin olmaya başladığınız, en sonunda düşüncelerinizin ne kadar gürültülü şekilde kafanızda dolaştığını anladığınız anlamına geliyor. Sakın vazgeçmeyin ve cesaretinizin kırılmasına izin vermeyin. Zihninizde hangi düşünce doğarsa doğsun, siz sadece anın içinde kalın, tüm o karmaşa içinde dahi nefesinize odaklanın.

Bazen insanlar meditasyon sırasında zihinlerinde hiçbir duygu ve düşünce olmaması gerektiğini düşünürler; zihinlerinden duygu ve düşünceler yükseldiğinde sinirlenir ve başaramadıklarını düşünürler. Bu yaklaşım gerçeğe çok uzaktır. Bir Tibet deyişi şöyle der; “Kemiği olmayan et ya da yaprağı olmayan çay istemek mantıksız bir arzudur.” Bir zihniniz olduğu sürece orada duygu ve düşünceler olacaktır. Duygu ve düşüncelerinize karşı “bir çocuk oyunu izleyen yaşlı bir adam gibi” olun.

Bütünleşme: Eyleme Dökülmüş Meditasyon

Çağdaş ruhsal uygulayıcıların günlük yaşantılarıyla meditasyon uygulamalarını bütünleyemediklerini fark ediyorum. Şunu ne kadar söylesem azdır: Meditasyonun en önemli işlevi ve tüm amacı, meditasyonu günlük yaşama geçirmektir. Hiçbir değişim yaşamayan insanlar günlük yaşamları ile ruhsal uygulamaları arasındaki derin uçuruma dikkat etmeliler.

Meditasyondan sonra günlük yaşamınıza geri döndüğünüzde meditasyonun size getirdiği bilgelik, anlayış, şefkat, keyif, akıcılık, açıklık ve tarafsızlığın günden güne deneyiminize yayılmasına izin verin. Dudjom Rinpoche şöyle bir tavsiyede bulunur; “Bir anlamda her şey rüya gibi ve aldatıcıdır, ama öyle olsa da, işin mizahi yanını elden bırakmadan işlerinizi yapmaya devam edin. Örneğin eğer yürüyorsanız, gereksizce ağırbaşlılık ya da çekingenlik göstermeden, kaygısızca gerçeğin açıklığına doğru yürüyün. Oturduğunuz zaman, gerçeğin kalesi olun. Yemek yerken olumsuzluklarınızı ve yanılsamalarınızı boşluğun karnına yerleştirdiğinizi ve onların her yana yayılarak yol olduğunu düşünün. Ve tuvalete gittiğinizde, tüm karanlık yönlerinizin ve kanmışlıklarınızın temizlendiğini, su ile sürüklenerek gittiğini düşünün.” Yani asıl önemli olan oturup meditasyon yapmak değil, meditasyondan sonra zihninizin hangi durumda olduğudur. Buna örnek bir Zen hikâyesinde öğrenci ustasına sorar;

“Usta, aydınlanmışlığı yaşamıma nasıl geçirebilirim? Onu günlük yaşamımda her an nasıl deneyimleyebilirim?”
“Yemek yiyerek ve uyuyarak”
“Ama usta, herkes uyur ve herkes yemek yer”
“Ama herkes yemek yerken sadece yemez, uyurken sadece uyumaz.”

Burada yemek yerken yemeği yemek ve uyurken de uyumak tanımlamasının anlamı, egonuzun sizin orada bulunmanızı engelleyici ayartmalarından uzakta, her ne yapıyor olursanız olun, tam anlamıyla içinde bulunduğunuz anın farkındalığında kalmaktır. Bu, bütünlemedir. Ve bunu başarmak istiyorsanız, meditasyonu ilaç ya da terapi gibi değil, günlük gıda gereksiniminiz gibi görmelisiniz. Yani meditasyon yapmakta başarıya ulaşmanın sırrı sadece meditasyon yapmak değil, bu meditasyonu düzenli yapmak ve gündelik hayatınızla bütünleştirmektir.

---

Uzun bir süre önce bir forum sitesinde paylaştığım bir yazımdı... Umarım yararlı olur.



Burada Ne Yapıyorum?

Bir süredir kıyısından kenarından baktığım ve sonunda bir şekilde içine dahil olduğum "witchcraft" yani bir kısmınızın cadılık olarak isimlendirdiği o kadim inancı araştırıyordum... Araştırmalarım sırasında gerçek Türkçe kaynakların ne kadar az olduğunu fark ettim ve bir şekilde orada burada kendi hazırladığım bazı çevirileri paylaşarak bu yolu gerçekten merak eden, bu yolda gerçekten ilerlemek isteyecek olanlara yardımcı olmaya çalıştım. Tabii bir yandan da kendimi de bu yolla geliştiriyordum. 

Zamanla işin ciddiyetinden uzak insanların fazlasıyla istismar ettiği ya da başka dine mensup kişilerin tuhaf mesajlarının sıklaşması ve hatta sadece kendi bilgilerimi bir araya toplamak gibi nedenlerle bu blogu oluşturma kararı aldım. Okuduğum kitaplardan yapacağım alıntıları, çevirilerimi, araştırmalarımı burada toplamak bana da, bu konularda araştırma yapanlara da yararlı olacaktır.

Burada -en azından uzunca bir süre- "şu büyü nasıl yapılır, bu büyü nasıl yapılır" gibi konular paylaşmayı düşünmüyorum. Çünkü bunlar bana yararlı da gelmiyor. Egolarımız doğrultusunda yapacağımız büyülerin benim iç dünyama katkıda bulunacağına inanmıyorum. Ama elbette ki asla asla diyemem, çünkü ben de herkes gibi gelişme aşamasındayım. Birçok kişinin kendisiyle ilgili düşüncesinin aksine benim tek bildiğim, henüz hiçbir şey bilmediğimdir. İşte bu nedenle "daha çok araştırma, daha çok araştırma" diyorum.

Umarım hepimize yarar sağlayacak, güzel bir blog olur.

Sevgilerimle

Işığın ve Gölgelerin Kitabı

Önce küçültüp içimizdeki ateşi, sonra dağladık gözlerimizi…
Karanlığa hapsettik dünyanın ve sonsuzluğun tek efendisini
O yüce bilgeyi..
Ve unuttuk bize unutturulan tüm o kadim bilgileri…
Ateşle, korla sınandık… Gözyaşıyla, kanla…
Ağladı dünya, ağladı evren kendimize yaptıklarımıza…
Ağladı dünya, ağladı evren doğayı hiçe sayışımıza…
Vurdukça dibe, uzaklaştık kendimizden, ve bütünden
Vurdukça dibe, uslanmadık; daha da azdık
Ve sonunda -her nasılsa- döndü gözlerimiz içimize; yalnızlığımızda içimize baktık
Koca bir hiçliğin parıldayan sonsuzluğunda, geçmiş bilgilerin soluk ışığında
Gördük sonsuzluğu o yüce bilgenin yansımasında…
Ey bu kitabı eline alan yolcu,
Ey bu cümleleri okuyan sen…
Çıkısı olmayan bir yola girmeden, dön istersen…
Çığlıklarla, kanla örselenen ve örtülen bir geçmişin sessiz ağıtlarını bulacaksın devamında
Bütün ezberleri sorgulayan bir beynin, bütün gizlere açılmaya hazır bir kalbin
Doğruları söylemeye hazır bir dilin yoksa,
Hiç girme boş yere bu yola…
Tanrı ve Tanrıçanın adıyla, dört elementin bilgeliğiyle,
Sözlerimin gücüyle harmanladım bu kitabımı…
Bütünün İyiliği Adına…