Bu Blogda Ara

26 Ekim 2015 Pazartesi

Özümüzde Her Birimiz Bir Diğeriyle Aynıyız...



Mülk edinmek, sahiplenmek, sahip olmak, kendinde bulundurma, aidiyetinde bulundurma gibi bütün kavramlar maddi dünyaya aittir. Manevi dünyada mülkiyet kavramı ve bunun yan ürünlerine zerre yer yoktur. Manevi dünyada sadece olmak vardır.

Var oluşumuzu, varlığımızı kendimize ispat etmek için tutunduğumuz her şey geçici ve değişkendir. Özümüz, ruhumuz ya da her ne kelime atfedeceksek atfedelim, içimizdeki o öz, duygu, düşünce, kavrayış, davranış ve amellerimizden ayrı, apayrı bir varlıktır. Çünkü içimizde devinip duran tüm o duygular, düşünceler, kavrayışlar, davranışlar ve ameller, zaman - mekan döngüsü içerisinde değişiklik gösterirler. Bunlardan etkilenerek oluşan karakter de dolayısıyla değişkendir ve ister genlerle bize miras kaldığını düşündüğümüz huylarımız, gerekse deneyimlerimiz ve çevremizden etkilenerek kemikleştirdiğimiz karakterimiz de maddeye bürünmeden önceki dönemlerimize ait değildir. Değişken olan hiçbir şey madde ötesine ait değildir. Dolayısıyla buradan karakterimizin de madde ötesine ait olmadığını, ruhumuzun sadece homojen bir beyazlıkta madde ötesine ait olabileceği fikrine ulaşırız.

Tanrı'yı oluşturan ruhlarımız, sadece maddi dünyada bir puzzle gibi girinti ve çıkıntıları birbirine geçerek bir anlam ifade ederken, madde ötesinde bütün bu girinti çıkıntılardan özgürleşmiş, zihnimizin algısının çok üzerinde bir var oluş halindeyiz. Dolayısıyla varlığından en rahatsızlık duyduğumuz insanlarla aynı kişiyiz esasında... Varlığından keyif aldığımız insanlarla da aynı kişi olduğumuz gibi...

Ya da bütün bunlar geliştirilmesi gereken birer düşünce sadece...

Görsel: Barbara Bezina Art.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Yeniden Doğuş, Bedenlenmek ve Tenasüh



Yeniden doğuş (reenkarnasyon) - Bedenlenmek (Enkarnasyon) - Ruh Göçü ve Tenasüh (metempsychosis) hakkında biraz daha bilgi vermek istiyorum. Bu iki terim, karma yasasına bağlı olarak oluşan çeşitli formlardaki dönüşümlerdir. Bu felsefi görüşü savunan fikirler, varlığın tekâmülünün gerçekleşmesi, yani tanrısal yetkin olgunlaşması için aşamalardan geçilmesinin gerçekliği ve gerekliliğine işaret ederler.

Enkarne olmak, Fransızca enkarnasyondan (incarnation) gelir ki, fizik bedene bürünmek, bedenlenmek anlamındadır. Reenkarnasyon ise Fransızca bir sözcük olup, yeni bir beden ile yeniden dünyaya gelmek, yeniden bedenlenmek olarak tarif edilir. Bu bağlamda her ikisi de temelde birbirini tamamlayan tekâmül döngüsünü açıklar.  Yeniden doğuş için yeni bir bedene ihtiyaç vardır. İlk enkarne olmanın ondan sonraki tekrar bedenlenerek gelişlerine reenkarne olmak, diğer adıyla reenkarnasyon terimiyle işaret edilir. Bektaşi Erenlerinden Taptuk Emre baba’dan irşad olan Bektaşi Dervişi Yunus Emre bu tekâmül döngüsüne ruhsal yeteneğiyle Batı dünyasından asırlar önce; “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” diyerek her iki terimi bir arada zikrederek işaret etmiştir. Yeniden doğuş veya bedenlenme Bektaşi öğretisinde deve girmek, devir, devriye deyimleriyle ifade edilir. Devriye, devir öğretisini konu alan, insanın ruhunun sonsuz gerçeklikten gelip, çeşitli aşamalardan geçip yine oraya varacağını anlatan şiir türüdür. Sünni gelenekte yeniden doğuş, yeniden bedenlenmek veya tekrar geliş inancı olmadığı için bu deyimler bulunmaz, kullanılmaz. Dikkat edilecek olursa burada Kuran değil, gelenek dedim. Çünkü Sünni gelenek Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra günümüze kadar olan süreçte Kuran metinlerinin özünden uzaklaşmış, verilen mesajın sadece dışyüzüne, o da başkalarının ağzından duyduğuna itibar etmiş, içyüz anlamına kendi akıl ve düşüncesiyle evrensel boyutlarda çağdaş bilgiyle hiç eğilmemiştir. Batıni geleneğe göre, istisnasız tüm içyüz öğretileri insanlık âlemine verilen bütün ilahi mesajların içyüzünde simgesel olarak bu gerçeğin, yani yeniden doğuşun anlatıldığını kabul ederler. Bu yüzden yeniden doğuş yasası tüm dinlerin içyüzündeki hakikate işaret etmektedir. Ancak biz bu gerçeği tüm kutsal kitaplar arasında yorulmadan, kavram zorluğu çekmeden, açık ve detaylı olarak sadece Kuran’da görmekteyiz.

Şimdi, bu tariflere göre dünyaya yeniden gelişte fizik kimlik faktörünü de bilmek zorundayız. Bunu Türkçe olarak yeni bir fizik kimlikle yeniden doğmak şeklinde özetlemek gerekir. Bu gerçeğe Kuran’da çok açık olarak şöyle işaret edilir; “Onları biz yarattık ve mafsallarını sımsıkı bağladık. Dilediğimiz vakit de kılıklarını değiştiririz.”

Ayette geçen kılık, eşkal, görünüm, görünüş, dış yüz, biçim, form, kalıp, suret ve şekil anlamlarına gelir. Bu anlamların tümü de insanın dış yüzdeki fizik plan kimliğini tarif eder, bilinmeyen ve görünmeyen içyüzünü değil. Bu sebeple fizik insanın kılığı aynı zamanda kimliği de olmaktadır. Bu ayeti de kimliğinizi değiştiririz şeklinde kavramamız gerekecektir. Her yeniden doğuşta, asıl kimliğimiz olan şeffaf kimlikle şeffaf beden değişmeden kalır, fizik bedenle birlikte sadece fizik kimlik değişir.

Yaptığımız olumlu veya olumsuz tüm eylemlerimizle bugünkü kendimizi yarınki kendimize dönüştürerek taşıyoruz! Her gelişimizde fizik kimliklerimiz değişecek, ancak hepsinin içindeki biz, şeffaf kimlik, yani bilinç kimliği olarak aynı kalacağız. (Burada bilincin tekâmülüne değil, kişinin iç, yani tanrı katındaki kimliğine işaret edilir.) Tanrısal kısas,  karma ve yeniden doğuş yasasına bağlı olarak işlev görmektedir. Bunu kavrayan her insanın evrensel ve çağdaş bilgi, hak, hukuk ve adalete bakış açısı daha üst düzeyde olgunlaşarak tanrısal erdemi tüm insanlara yansıtacak düzeye gelir.

Madde planının fizik yasalarına göre bir fiziksel bedenlenme olmadan dünyaya gelmek, hava (şeffaf) olarak sokakta dolaşmaya benzer. Kişi ancak bir fizik bedene sahipse bu madde planında iş görebilir. Burada en önemli nokta kimliktir. Bedenin ırkı ve ölçüleri değişebilir ancak içte saklı olan bilincimiz, yani ruhsal kimliğimiz değişmez. Çünkü kimlik sadece isimden ibaret değildir. O, içerisinde bulunan bilincimizle değer kazanır. İşte bu, insanın önceki hayatlarından kazandığı titreşimleri yansıtan aynasıdır. Yeryüzünde doğan tek bir insan yoktur ki doğarken kendi ismini kendi koymuş olsun! Bu gerçek de ölüm yasası gibi istisnasız olarak herkese işleyen bir karma kanunudur. Bu yasanın işlerliği bile en başta bize yeniden doğuş yasasının varlığını kanıtlar. Kazanılan değere göre takdir edilmek insanın kendi elinde değil, yasa koyucu ve işleticinin elindedir. Tanrı her şeyi bilen olarak insanı insandan daha iyi bilmekte ve kazandığı değere göre hak ettiğine sevk etmektedir. Kuran bu karmik gerçeğe “Herkes kazancına bağlı bir rehindir” der. Ancak şunu da belirtmem gerekir, birçok kutsal isim taşıyan insan sokaklarda dolaşmaktadır, onların aralarında doğarken aldığı isminin içini gerçekten ona yakışan tanrısal değerle, yani yüksek titreşimlerle hangisi doldurmuştur? İbrahim, Musa, Fatma, Meryem, Abraham, Joseph, David, Elisabeth, Mary vs. isminde milyonlarca insan varken içlerinden hangisi isminin müsemmasını yani aslını ruhen yansıtmaktadır?

Apaçık ayetlere göre tekrar bedenlenmenin yanında tenasüh (metempsychosis) adı altında toplanan: Nash, Mash, Rash ve Fash’da vardır. Nash insana, mash hayvana, rash bitkilere ve fash da madenlere düşüşe işaret eder. Bunların hepsinin işlevleri farklıdır ve genel işleyişine tenasüh altında işaret edilir. Tenasüh veya tenassuh sözcüğü nesh’ten gelmektedir. Arapça olan nesh kelimesi; fesih, lağvetme, kaldırma ve hükümsüz bırakma anlamına gelir. Bundan hareketle de nesh kökünden gelen tenasüh, ruh göçü, ruh sıçraması, ruhun bir cisimden ötekine, bazen de insandan hayvana ve hayvandan insana geçmesi inancıdır. Tenasüh deyimi genelde tekrar bedenlenme kavramına paralel ruh göçü olarak kullanılır. Ruhun bir varlıktan başka bir varlığa geçişini ifade eder. Yeniden doğuş felsefesine göre fizik varlık ölümlü, onun ruhu ölümsüzdür. Yeniden doğuş kavramında ruh, insandan insana geçmez, yani başka bir insan varlığına girmez. Kişisel ruh (can) aynı şeffaf yapı veya kimliğe sahip olarak yeni bir fizik bedenin içine yeni bir fizik kimlikle girer. Tenasüh’ün Nash tanımı dışında üç alt tanımı kişisel ruhun; hayvan, bitki ve madenlere de geçtiğini varsayar. İlk kavramın dışında kalanlar Hint dinleri kaynaklı görüşler olarak genelde kabul görmezler. İnsan ruhu, ceza için de olsa tekâmül etmiş olduğu için alt varlık formalarına düşemez şeklindeki görüş Bâtıni geleneklerde de ağır basmaktadır. Ruh göçü kavramının Batı küresinde bilindiği kadarıyla ilk defa Pitagoras ve ondan sonra da Platon tarafından işlendiği kabul edilir. Onlardan önce olan Orfik öğretide de bu kavram vardı ve Pitagoras bu kavramla ilk defa Delfi mabedinde inisiye olduğunda tanışmıştı. Bu kavram Orfe’den de binlerce yıl önce eski uygarlıkların inisiyelerince de kabul görür ve öğretilerinde aktarılırdı.

Bu gerçeğe Kuran’da “Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım” ayetiyle işaret edilir. Niçin bu şekilde yorumladığımızı yine İsra suresindeki şu ayetle açıklıyoruz: “Bir de onlar dediler ki: ‘Biz bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi gerçekten biz mi, yeni bir yaratılışla dirilteceğiz?’ De ki ‘İster taş olun, ister demir…’” Yüce Tanrı yapmayacağının ötesinde olan yapmadığı, yapmayacağı hiçbir şeyi söylemez. Yapacağını söylemesi, O’nun yaptığının delili olmaktadır.

Tenasüh terimi, Tanrısal Ruh, Kişisel Bilinç ve Hayvansal Tutkular farkını bilmeyenler tarafından bu şekilde yanlış olarak sadece Ruh adı altında genellenmiştir. Tek ve her yerde olan, her yeri kaplamış tanrısal ruh nereye göçebilir? Tanrısal ahlakla yapılması önerilen eylemlerin hayvansal tutkulara uyularak yapılması, ahlakın terk edilmesiyle insanın yaptığı eylemlere göre oluşan düşük ahlak neticesinde alt varlık formlarına göçen, kişisel bilinç ve tutkulardır. “Ruh” genellemesi, Hint öğretisinden yanlış anlaşılıp aktarıldığı için bugüne kadar bu yanlışlık devam ederek gelmiştir. İnsan formlarının alt formları olan hayvan, bitki ve madenlerde tekâmül eden bilinç; yaşam ruh denilen ve tanrısal ruh olmayan yaşam enerjisidir. Bu yaşam ruhu veya enerjisi de bitkisel ruh, hayvansal ruh ve madensel ruh olarak ifade edilir. Buralarda anılan ruh kavramının tanrısal ruh ile hiçbir ilgisi yoktur.

Mevlana; “madenler alemi bitkilere, bitkiler alemi hayvanlar alemine, hayvanlar alemi insanlık alemine şahlanıyor, insan olarak gelmişim ölmekten niçin korkayım” diyerek bu gerçeklere işaret etmiştir. Tabii ki Mevlana kendi konumundan bunu söylüyor; yani bu, içyüzünde insan kalarak ölebilmeyi başaranlar için geçerlidir. Yoksa içyüzünde tutkularından dolayı hayvansal sıfatları kazanmış biri için olmasa gerek. Bu tespitler üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli evrensel gerçeklerdir. Fatiha suresinin son iki ayeti buna “gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil” diyerek işaret eder.

İnsan bilinç olarak Tanrı katına yükselebildiği gibi, en alt kata da yani aşağıların aşağısına da düşebilir. Bu dünya, Kuran’da Biz diye konuşan Hakerenler’e göre aşağısıdır. Bu titreşim, frekans, yoğunluk veya form olarak aşağısı anlamına gelir. İnsana göre de aşağısı, sırasıyla hayvan, bitki ve madendir.

Teozof Madam Blavatsky bu konuya daha değişik bir yorum sunmaktadır. Ona göre yeniden doğuş ve karma olduğu halde, hayvan, bitki ve maden gibi alt formlara düşüş yoktur. Bu görüş Hıristiyan Teozof Max Heindel için de geçerlidir. Max Heindel Tevrat’ta bu konuda bir metne veya imaya rastlamadığını söyleyerek yeniden doğuş ve karma döngüsü üzerine odaklanır.

Yeniden bedenlenme konusunda Kuran’daki en büyük delil şu ayettir; “(Ey Muhammed!) De ki: Rabbim! Beni gireceğim yere doğrulukla sok, çıkacağım yerden de doğrulukla çıkar. Katından bana yardımcı bir sultan ver!” Burada zikredilen giriş ve çıkışın ilgisi ve işareti tamamen bedenle yani bir bedene girme ve o bedeni terk etmekle ilgilidir. Hz. Muhammed’in yardımcı olarak istediği sultan kimdir acaba? Buradaki sultan kelimesini güç olarak çeviriyorlar. Sultan Tanrı katından, yani Rabb titreşiminden bir kimliğe işaret ederken güç, kuvvet anlamında, kimliksiz, otomatik ve pozitif bir enerjidir. Sultan, kişinin Rabb titreşiminde olan özünün yedinci ve en yüksek perdesidir. Yani Hz. Muhammed’in burada Rabb katında olan tanrısal Adem, insan-ı kamil olan asıl Muhmmed’den yardım istemesine işaret ediliyor. O, onun orijinal sureti ve ayan-ı sabitedeki asla bozulmayan ezeli ve ebedi temelli kimlik olan özüdür. Bu sebeple her insan Rabb katındaki asıl kendi olan özünden yardım istemelidir. O yardım da, havadan hibe olarak değil, O’nun kalpten gelen sesini devamlı dinlemekle, dediklerini yapmakla gerçekleşir.

Tekrar bedenlenme konusunda İncil’de “Öğrencileri O’na şunu sordular; ‘Peki, din bilginleri neden önce İlyas’ın gelmesi gerektiğini söylüyorlar?’ İsa, ‘İlyas gerçekten gelecek ve her şeyi yeniden düzene koyacak’ diye cevap verdi. ‘Size şunu söyleyeyim, İlyas zaten gelmiştir, ama onu tanımadılar, ona yapmadıklarını bırakmadılar. Aynı şekilde insanoğlu da onların elinden acı çekecektir.’ O zaman öğrenciler İsa’nın kendilerine Vaftizci Yahya’dan söz ettiğini anladılar.”

Bu evrensel ve tanrısal gerçeklere göre Pitagoras’ın öğrencilerine tüm varlıkların Tanrı tarafından türlerine göre mühürlendiğini öğrettiği aktarılır. Onun kuşaklar boyu aktarılan öğretisine göre her varlığın hem fizik, hem de astral mührü vardır. Bu formlar tanrısal mühürleriyle uyum içinde çalışırlar. İşte bu titreşim ve çekim yasasıdır. Evrensel boyutlardaki tanrısal mühür titreşimlerdir. Her varlığın formu, farklı titreşimden meydana getirildiği için tanrısal yasayla mühürlenmiş kabul edilir. Kimi insanlar birbirini çekemez, kıskanır, birbirlerinden hiç hazzetmez. Bu durum gerçekte onların titreşim uyumsuzluğuna işaret eder. İnsan dikkat ederse karşısına gelen insanla titreşimlerinin uyuşmadığını sezgileriyle de hissedebilir. Kişi böyle bir durumu sezdiğinde çatışma olmaması için nefsinden kaynaklanan tutkularını değil, kalbini dinleyerek o ortamdan bir yolunu bulup ayrılmalıdır. Batıni sufiler buna sabır ve sükut ile işaret etmişlerdir.  

Her insan bir sonraki yaşamına kazandığı titreşimlerle kaldığı yerden tekrar tekâmül yoluna devam eder.

Hermetik Bilge Pitagoras
Tanrıbilim ve Yeniden Doğuş Felsefesi

Malik İlyas Tanrıbağı

Upanişadlar 5 - Praşna Upanişad




Her şey Prana’ya tutunmuştur

Bu ilginç Upanişad, Brahman’ı arayan altı kişi tarafından bilge Pippalada’ya yöneltilen altı soru üstünden maddenin kökeni ve Prajapati’nin hayatını; yaşam güçlerini harekete geçirmede Prana’nın rolünü; uyku, ışık ve Om üstüne derin meditasyonla ilgili konuları ve insanoğlunun uzuvlarını ele almaktadır. Pitriyana ve Devayana kavramları da ayrıca işlenmektedir. Buradaki fikirler yalnızca Hint düşüncesine özgüdür.

Brahman’a sadık ve Brahman’da sabit olan altı kişi en yüce Brahman’ı arıyorlardı. Muhterem Pippalada’nın onlara bunu açıklayabileceğini düşündüler ve ellerine öğrenciler gibi fener alıp ona vardılar.

Rişi onlara dedi ki; “Kefaret, perhiz ve imanla orada bir yıl daha kalın; sonra istediğiniz soruları sorabilirsiniz ve onları bilirsek size hepsini açıklarız.”

Birinci Soru:
Bir yıl geçtikten sonra altı kişiden biri olan Kabandhin Katyayana ona vardı ve sordu: “Efendim, bu mahlûkat nereden geldi?”

Rişi cevap verdi: “Prajapati, tüm yaratılanların efendisi, mahlûkat olmasını arzu etti. Kefaret ödedi ve bunu yaptıktan sonra ona türlü yollardan mahlûkat peyda edeceğini düşünerek bir çifti; maddeyi (rayi) ve ruhu (Prana) meydana getirdi.

Güneş ruh, ay da maddedir. Bedeni olan ve olmayan tüm bunlar maddedir; beden muhakkak ki maddedir.

Aditya – güneş – doğduğunda Doğuya yönelir ve ışınlarına Doğu ruhlarını alır. Güneyi, Batıyı, Kuzeyi, Başucu Noktasını, aradaki mıntıkaları ve her şeyi aydınlattığında da tüm ruhları ışınlarına alır.

Ruh olarak, ateş olarak tüm biçimlere bürünür ve tüm insanlara ait olan Vaişvanara (Vaishvanara) olarak yükselir. Şu dizede anlatılmıştır bu;

‘Tüm biçimlere bürüneni, bilgisi sonsuz altın renkliyi, görkemi içinde tek başına en yükseğe çıkıp bizi ısıtanı bildiler; yüz yerde konaklayan, tüm yaratılanların ruhu olan bin ışınlı güneş yükseliyor.’
Yıl muhakkak ki Prajapati’dir ve onun iki yolu vardır; Kuzey ve Güney. Burada kurbanlara ve hayır işi olarak armağanlara inanıp yerine getirenler müstakbel dünyaları olarak yalnızca ayı kazanıp geri dönerer. Bu sebeple soy – sop dileyen Rişiler Güney’e giderler ki, Babaların yolu olan o yol maddedir (rayi).

Fakat kefaret, perhiz, iman ve bilgiyle Ben’i arayanlar Kuzey yoluyla Aditya’yı – güneşi – kazanırlar. Burası ruhların, ölümsüzlerin tehlikelerden uzak ve en yüce yurdudur. Burası son olduğundan bir daha geriye dönmezler. Şkoka (Shloka) şöyle denir;

‘Kimileri ona beş ayaklı (beş mevsim) baba, göğün en yüksek yarısındaki yağmur yağdıran on iki şekilli (on iki ay) der; kimileri de bilgenin aşağı yarıda olduğunu söyler, yedi tekerlekli ve altıparmaklı arabada.’

Ay Prapajati’dir; karanlık yarısı madde, aydınlık yarısı ruhtur. Bu sebeple kimi Rişiler kurbanı aydınlık yarıda, kimileri de karanlık yarıda yerine getirirler.

Gündüz ve Gece Prajapati’dir. Tohumlar ondan çıkar, doğan yaratıklar da tohumdan.

Prajapati’nin bu kuralını gözetenler bir çift meydana getirirler; buradaki Brahma-alemi onlara aittir. Fakat kefaret, perhiz ve hakikatin içlerinde yer ettiği kimseler gelince,

Saf-Brahma alemi onlara aittir; onlara, yani içlerinde eğri, sahte hiçbir şeyin olmadığı, kurnazlığın olmadığı kimselere.

İkinci Soru:
Sonra Bhargava Vaidarbhi ona sordu: “Efendim, bu yaratılanları kaç tanrı ayakta tutar, kaçı bunu belli eder ve içlerinden hangisi en iyisidir?”

Rişi cevap verdi: “Esirdir o tanrı –rüzgâr, ateş, su, toprak, dil, zihin, göz ve kulak. Bunlar güçlerini belli ettiklerinde derler ki; “Her birimiz bu bedeni taşır ve ayakta tutarız.”

Sonra en iyisi olarak Prana –nefes, ruh, can- onlara dedi ki: “Aldanmayın, bu bedeni beşe bölünerek ben taşır ve ayakta tutarım.”

Şüphelendiler, o da mağrur, gider gibi yaptı. Onun çıkmasıyla hepsi çıktılar, o dönünce diğerleri de döndüler. Arı beyi çıktığında öbür arılar nasıl gider, o dönünce de dönerlerse, dil, zihin, göz ve kulak da öyle döndüler ve hoşnut olarak Prana’yı övüp şöyle dediler;

“O Agni’dir (ateş), o Surya (güneş) gibi parlar, o Parjanya’dır (yağmur), güçlü olan (İndra), o Vayu’dur (rüzgâr), o toprak, madde, Tanrı’dır – olan ve olmayan neyse odur, ölümsüz olan neyse odur.

Bir tekerleğin parmaklarının poyraya bağlanması gibi her şey Prana’ya tutunmuştur. Rigveda’nın dizeleri, Yajurveda, Samaveda kurbanı, Kşatriyalar ve Brahminler.

Yaratılanların efendisi Prajapati, sen rahimde kımıldandıkça muhakkak ki yeniden doğarsın. Yaratılanlar sana –Prana’ya- getirirler sunularını, duyu organları olan öbür Pranalarla bir arada bulunan sana.

Sen Tanrıların en iyi taşıyıcısısın, sen Babaların ilk sunususun, sen Rişilerin, Atharvangiraların gerçek eserisin.

Ey Prana, ışığınla sen İndra’sın, koruyucu olarak Rudra’sın, gökte hareket edersin, sen güneşsin, ışıkların efendisisin.

Sen yağmuru indirdiğin zaman, ey Prana, senin şu yaratıkların sevinir, diledikleri kadar yiyeceklerinin olmasını umarlar.

Sen Vratya’sın, ey Prana, senin şu yegane Rişi, her şeyi tüketen güzel efendi. Senin tüketmen gereken şeyleri vericiyiz biz, sen, ey Matarisva, sen bizim babamızsın.

Dili, kulağı, gözü ve zihne nüfuz edeni mesken tutan o bedenini hayırlı kıl; uzaklaşma!

Tüm bunlar Prana’nın gücü elindedir. Üç gökte olan her şey. Bizi bir ananın oğullarını koruduğu gibi koru ve bize mutluluk, bilgelik ver.”

Üçüncü Soru:
Sonra Kausalya Aşvalayana sordu: “Efendim, şu Prana (ruh) nereden doğmuştur? Bu bedene nasıl girer? Ve bölündükten sonra orada nasıl kalır? Nasıl dışarı çıkar? Dışarıda olanı ve içeride olanı nasıl ayakta tutar?”

Rişi cevap verdi.”Sen daha güç sorular soruyorsun ama Brahman’ı çok sevdiğin için cevap vereceğim.

Bu Prana, Ben’den doğmuştur. Gölge nasıl insana giydirildiyse, bu Prana da öylece Brahman’ı örtmüştür. O zihnin işiyle bedene girmiştir.

Bir hükümdarın memurlarına ‘Filanca veya falanca köylere egemen olun’ demesi gibi, şu Prana da her bir Prana’yı kendi işine koşar.

Apana (aşağı giden nefes) üreme organlarında; Prana kendisi ağızdan ve burundan geçerek gözde ve kulaktadır. Ortada Samana (süren nefes) bulunur; yiyecek olarak sunulan kurbanları bedene eşit şekilde dağıtır ve bundan yedi ışık doğar.

Ben kalptedir. Onda 101 atardamar, onların her birinde yüzer küçük damar, onların da her birinde 72.000 daha küçük damar bulunur. Vyana –geriye giden nefes- bunların içinde hareket eder.
Udana –verilen nefes- iyi işler dolayısıyla onların biri içinden yukarıya, iyi dünyaya, kötü işler dolayısıyla aşağıya, kötü dünyaya götürür; ikisi bir arada olunca da insanların dünyasına götürür.

Güneş, gözdeki Prana’ya yardımcı olması bakımından, harici Prana olarak doğar. Toprakta varolan tanrı, insanın Apana’sına –aşağı giden nefesine- destek olmak için oradadır. Güneşle dünya arasındaki esir, süren nefes olarak Samana, hava da geriye giden nefes olarak Vyana’dır.

Işık Udana’dır –verilen nefes- o yüzdendir ki, ışığı sönen kimse duyuları zihnine çekilmiş olarak yeniden doğar.

Ölüm anındaki düşüncesi neyse, ışıkla birleşmiş olan Prana’ya onunla döner ve Jivatma’yla birlikte hak ettiği dünyaya devam eder.

Kim Prana’yı böylece bilirse, o ölümsüzleşir ve soyu tükenmez. Şloka şöyle denir;
‘Kökeni, girişi, mekanı, beşli dağılımı ve Prana’nın iç durumunu bilen kimse ölümsüzlüğe erişir, evet, ölümsüzlüğe.’

Beşinci Soru:
Sonra Şaivya Satyakama sordu: “Efendim, insanlardan iri çıksa ve ölene kadar Om hecesi üstüne meditasyon yapsa bununla ne kazanır?”

Rişi cevap verdi: “Ey Satyakama, Om (AUM) hecesi en yüce ve aynı zamanda öbür Brahman’dır; bunu bilen, bu yolla onlardan birine ulaşır.

Bir Mantra üstüne (A üstüne) meditasyon yapanlar, yalnız bununla aydınlanmış olarak, çabucak yeryüzüne ulaşırlar. Rik dzeleri onları insanların dünyasına iletir ve orada onlar, kefaret, perhiz ve iman bağışlanmış olarak yüceliğin sevincini yaşarlar.

İki Mantra ile (A+U) meditasyon yapanlar, Manas’a ulaşır ve Yajus dizeleriyle göğe, Soma alemine iletilirler. Soma aleminde yüceliğin sevincini yaşadıktan sonra yine dönerler.

Üç Mantralı AUM hecesi ile En yüce Kişi üstüne meditasyon yapanlar ışığa ve güneşe ulaşırlar. Ve bir yılan nasıl derisinden sıyrılırsa, onlar da kötülüklerden sıyrılırlar. Onlar Saman dizelerince Brahma alemine iletilirler; ve Satya-Ioka’nın efendisi, hayat dolu Hiranyagarbha’dan her şeyi kaplayan En Yüce Kişi’yi görmesini öğrenirler.

Ayrı ayrı başvurulan ve birbirine ayrı ayrı bağlanan üç Mantralar (A+U+M) ölümlüdür; fakat harici veya ara eylemlerde onları iyi bir şekilde yerine getiren bilgeler korkmazlar.

Onlar Rik dizeleriyle bu dünyaya, Yajus dizeleriyle göğe, Saman dizeleriyle de şairin bildirdiği yere ulaşırlar, oraya –Onkara vasıtasıyla giderler; arifler hareketsiz olana, bozulmadan ölümden ve korkudan özgür olana – En Yüce’ye- ulaşırlar.

Altıncı Soru:
Sonra Sukesaş Bharadvaja şöyle dedi: “Efendim, Kosala prensi Hiranyanabha bana geldi ve şu soruyu sordu: on altı uzuvlu kişiyi biliyor musun, ey Bharadvaja? Prense dedim ki; Bilmiyorum; bilsem söylemez miyim? Doğruyu söylemeyen muhakkak ki köküne kadar solup gider; bu yüzden doğru olmayan şeyi söyleyemem. Bunun üstüne arabasına binip sessizce uzaklaştı. Şimdi ben sana soruyorum, o kimse nerededir?”

Rişi cevap verdi: “Arkadaş, on altı uzuvlu kişi burada, bendedir.

O, şöyle düşündü: Ayrıldığında benim de ayrılacağım, kaldığında benim de kalacağım nedir?

(O) kendinden Prana’yı var etti; Prana’dan Sraddha (iman), esir, hava, ışık, su, toprak, duyu, zihin, yiyecek; yiyecekten de kuvvet, kefaret, ilahiler, kurban, dünyalar ve dünyalardan ad var oldu.

Okyanusa doğru akan şu ırmaklar ona ulaştığında,  adları ve biçimleri parçalanarak, nasıl içine gömülüyor ve insanlar tek bir okyanustan söz ediyorlarsa, aynı şekilde, izleyenin on altı uzvu da Kişi’ye (Puruşa) yönelir, ona ulaştığında içine gömülür, adları ve biçimleri parçalanır ve insanlar tek bir kişi’den söz eder ve o uzuvsuz, ölümsüz hale gelir. Bu konuda şöyle bir dize vardır:

“Bir tekerleğin poyrasındaki parmaklar gibi şu uzuvların da kendisine dayandığı ve bilinecek kişi (var ya), onu bilin ki, ölüm sizi acıtmasın.”

Sonra Pippalada onlara şöyle dedi: “En Yüce Brahman hakkında bildiğim budur, ondan daha yüksek hiçbir şey yok.”

Öbürleri onu överek şöyle dediler: “Muhakkak ki sen bizim babamızsın, bizi cehaletimizden kurtarıp karşı kıyıya taşıdın!”


Upanişadlar – F. Max Muller / Paul Deussen