Bu Blogda Ara

28 Haziran 2014 Cumartesi

Mitolojileri Okuyabilmek



Yaptıkları bu işte öyle başarılı oldular ki, aradan geçen bunca zamana rağmen kuşaktan kuşağa aktarılarak gelen mitolojik hikayelerin ardındaki sırlara ulaşabilmek, uzun bir süre mümkün olamadı... Bugün bile ezoterik bilgilerle mitolojileri yorumlayamayanlar için bu sırlar gizliliğini sürdürmeye devam etmektedir.

"Efsaneler küçük bir parçasıyla gerçek, büyük parçasıyla hayalidir. Eski Türkler, dişi bir kurdun oğulları ve kızları olarak doğduklarına inanmıştı."

Mitolojiler ne yazık ki, günümüzde hala okullarımızda öğrencilerimize bu şekilde gösterilmekte ve bu şekilde öğretilmektedir. Bu yanlış anlayışın henüz düzeltilememiş olması, okullarımızdaki öğrenim sisteminde ezoterik bilgilerin göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak günümüzde birçok kişi kendi özel imkanlarıyla yaptıkları inceleme ve araştırmalarla mitolojilerin ardında çok önemli ezoterik bilgilerin bulunduğunu artık fark etmiş durumdadır. Her geçen gün artan büyük bir okur kitlesi, bâtınî öğretileri, inisiyatik çalışmaları ve ezoterik bilgileri araştırmaktadır.




O kurt, bildiğiniz kurt değildir.

"Atalarımız dişi bir kurdun oğulları ve kızları olarak doğduklarına inanmamışlardı." Bu sözü birçok yerde duymuş ve okumuşsunuzdur. Türkler'in kurttan türediklerine inanıyorlardı diye bir yorum; hem mitolojilerin sembolik bir dille ezoterik bilgileri anlattıklarını göz önünde bulunduramamaktadır, hem de eski devirlerde yaşayan insanların zihinsel yapılarının gelişmemiş, çok geri düzeyde olduklarına dair yanlış ön kabulden kaynaklanmaktadır. Türk Mitolojisi'nde "Kurt'tan Türeyiş Efsanesi" var diye, atalarımızın kurttan doğduklarına inandıklarını söylemek yapılan yanlış yorumun sonucudur. Evet... Türk Mitolojisinin en önemli öğelerinden biri kurttan türeyiş efsanesidir ama bu efsanenin içerdiği bilgi bu değildir. Çünkü o "Kurt" dağlarda dolaşan bildiğimiz kurt değildir.

Diğer efsanelerde olduğu gibi, Türk Mitolojisi'nde geçen "Kurttan Türeyiş Efsaneleri"ni de doğru okuyabilmek için ezoterik bilgilere ihtiyaç vardır. Aksi takdirde mitolojik hikayelerle bir zamanlar anlatılmış olan gerçeklere ulaşabilmemiz mümkün olmaz.




Geçmiş Devrin İnsanları

Mitolojileri gerçek kimliği ile ele alabilmek için öncelikle bu metinlerin kimler tarafından oluşturulduğunu iyi tespit etmek gerekir. Bu metinleri ilk oluşturanların zihinsel olarak bizden çok geri düzeyde olduklarını ve onların ateşe, taşlara taptıklarını düşünüyorsak ve böyle bir ön kabulün ardından meseleye bakıyorsak, mitolojik metinler bizim için güvenilmez ve akıl dışı hikayelermiş gibi gelecektir ki, günümüzde hala böyle bir geleneksel anlayışın hakim olduğunu görmekteyiz. Okullarda çocuklarımıza öğretilen geleneksel kabul gören anlayış, geçmiş devirlerde yaşayan insanların putperest bir toplum oldukları yönündedir. Ancak mesele ezoterik bilgiler ışığında ele alınırsa, tarihte hiçbir toplumun putlara tapmadığı görülecektir. İlkokula başladığımız günden üniversitenin son yıllarına kadar, dünya insanının geçirmiş olduğu tarihsel sürecin başlangıç noktası olarak bizlere hep taş devri ve taş devrinin ilkel insanları gösterilmiştir. Bu tarihsel kronolojik yapının içinde bizlerden gerek bilimsel, gerekse spiritüel alanda çok daha ileri seviyede oldukları bilinen Mu ve Atlantis Uygarlıkları'na yer verilmez.

İlk Araştırmayı Atatürk Yaptırmıştı...

Bu alanda Türkiye'de ilk araştırma Atatürk tarafından gerçekleştirilmiş ve yurdumuzda Mu ve Atlantis Uygarlıkları ile ilgili kapsamlı bir araştırma bizzat Atatürk tarafından yaptırılmıştır. Ne yazık ki, kendisinden sonra bu alanda resmi ve bilimsel hiçbir araştırma yapılmamış ve Atatürk'ün ortaya çıkarttığı bilgiler üzerinde bilimsel çevreler yeterince durmamış hatta böyle bir araştırmayı görmezden gelmişlerdir. Eğer bu araştırmalar daha derinleştirilmiş ve üzerinde bilimsel araştırmalar gerçekleştirilmiş olsaydı sadece mitolojilerin içerikleri değil, dinlerin de asıl içeriklerine ulaşabilmek mümkün olurdu. Ancak bunun istenmediğini hepimiz biliyoruz. Özellikle de dinlerin gerçek içeriklerinin su üstüne çıkması hiçbir zaman istenmemiştir. Yine bu amaçla yapılan bâtınî çalışmalar tarihin her döneminde din dışı çalışmalar olarak nitelendirilmiş ve halka bu düşünce dini otoritelerce sunulmuştur. Böylece halkın büyük kısmı bu bilgilerden uzak kalmış ve onlar için dini bilgiler kendilerine anlatılan ibadet ve iman aşamasından öteye geçememiştir. 




İlkel İnsanlar Kimlerdir?

Günümüzde kabul edilmiş geleneksel anlayışa göre, ilkel diye nitelenen insanlar, mağaralarda yaşayan, karınlarını avcılıkla doyuran, ateşi bilmedikleri için de avladıkları hayvanları çiğ çiğ yiyen insanlardı! Boş zamanlarında da mağara duvarlarına resimler yaparlardı! Bu ilkel insanlar bir gün gökyüzünden gelen yıldırım vasıtasıyla ateşi tanımışlar ve avladıkları hayvanları pişirmeye başlamışlar! Karınları doyduktan sonra da: "Ya kardeşim bizi yaratsa yaratsa herhalde bizi bu gökyüzünden gelen ateş yaratmıştır" diyerek başlamışlar ateşe tapmaya! Bir başka ilkel topluluk da "Yok bizi bu küçücük ateş parçası yaratmış olamaz. Yaratsa yaratsa gökteki bu büyük ateş yaratmıştır" diyerek başlamışlar güneşe tapmaya! Dünyanın bir başka yöresinde de yine bir grup insancık toplanmış. Elinden böyle güzel yontma işi gelen birkaç ilkel bir araya gelip tahtadan ya da taştan koskoca bir heykel yapmışlar. Sonra karşısına geçip: "Ey insanlar işte bizim yaratıcımız budur. Bizi bu yarattı! Bundan sonra da artık hepimiz buna tapacağız" demişler ve başlamışlar kendi elleriyle yaptıkları heykele tapmaya! Bunlara benzer birçok görüş yıllardır savunulmaktadır.

Şimdi, lütfen bir an için mantıklı düşünelim

Normal zekaya sahip bir insan kendi elinin ürünü olan bir nesnenin kendisini yarattığını düşünebilir mi? Biz şu anda böyle bir şeye inanabilir miyiz? Biz şu anda böyle bir şeye inanmazsak, o devirdeki insanlar neden inansınlar? Yoksa o devirdeki insanların zeka seviyelerinin çok geri olduğunu ve zihinlerinin çok fazla çalışmadığını mı düşünüyoruz? Eğer öyle düşünüyorsak büyük bir yanılgı içindeyiz. mitolojileri oluşturan efsaneler incelendiğinde rahatlıkla bunun böyle olmadığı görülmektedir. Çünkü mitolojileri oluşturan zekalar, bizim şu anda bilmediğimiz birçok sırra sahip kişilerdi. Onlar bu bilgilerini mitolojiler vasıtasıyla bize aktarmaya çalışmışlardı.

Ergun Candan


Eski Zamanlarda Maskeler


İnsanlar doğal ya da doğaüstü olduğunu düşündükleri canlıları simgelemek için maskeler yapmışlardı. Bu maskeyi takan kişiler açıklayamadıkları güçlerden bu yolla kurtulmayı amaçlıyordu. İnsanoğlu bilinmeyenden korkmuş yüzyıllar boyunca. Korkusunu da maskelerin arkasına sığınarak bastırmaya çalışmış bir anlamda. Maskelerin anlamı maskeyi takanın simgelediği kişiden ya da şeyden kaynaklanıyor. Sözgelimi ejderha maskesi takan birisi, ejderhanın temsilcisi olduğunu düşünüyordu. Bu yolla ejderha gücüne sahip olmayı istiyormuş. Ya da kötü ruhların ejderhadan korktuğunu düşünerek takmış maskeyi. Onun ejderha olduğunu düşünen kötüler asla yanına yaklaşmayacak, maskeyi takan kişi de böylece güvenli bir şekilde yaşamını sürdürecekti.

Bu tür maskeler aslında bir tür gizleme görevini görüyor. Kılık değiştirmenin en kolay yolu olduğu için sıkça başvuruluyormuş bir zamanlar. Doğada da benzer kılık değiştirmelere rastlamak olası. Birçok hayvan yırtıcı, korkunç ya da zehirli hayvanların görünüşünü taklit ederek, bir anlamda yüzlerine onların maskesini geçirerek düşmanlarından korunuyor.

Maskeler neredeyse Paleolitik çağdan beri kullanılıyor. İlkel kabilelerde maskeler, doğaüstü varlıkları, takanın atalarını ya da ruhları simgeliyordu. Bu nedenle törenlerde maske takmak, bu varlıklarla ilişki kurmanın bir yolu olarak görülüyordu. Geçmişte kabilelerin şamanları, büyücüleri hastalıkları iyi etmek için yaptıkları törenlerde maske takardı. O zamanın inançlarına göre hastalıklara kötü ruhlar neden olurdu. Hastanın içine giren kötü ruhu kovmak için şaman, bir törenle maskesini takar ve maskenin simgelediği iyi güçlerin yardımına başvururdu. Bu törenler yalnızca hastaları iyileştirmek için yapılmazdı. Sözgelimi avdan önce de bu tür törenler düzenlenirdi. Avlanacak hayvanın maskesini takan insanlar simgesel olarak öldürülür, böylece avın yalnızca bedeni değil ruhu da avlanmış olurdu.
Eski Yunan’da önceleri şenliklerde kullanılan maskeler, az zaman sonra bir tiyatro aracı oldu. Bundan kısa bir süre sonra da tiyatronun simgesi haline geldi. Bazı oyunlarda sesi yükseltmesi için çok büyük ağızlı maskeler kullanılıyordu. Her oyuncunun oynadığı role göre (kahraman, kral, rahip…) ayrı ve belirli bir maske kullanılıyordu. Böylece az sayıda oyuncu üzerlerindeki kostümü ve maskeyi değiştirerek hemen farklı bir role bürünebiliyor, oyunu daha renkli bir hale getiriyorlardı. Eski Yunan tiyatrosunda 28’i trajedilerde kullanılmak üzere 76 değişik maske kullanıldığı saptanmış.
Maskeler, genellikle bu işin ustası sanatçılarca yapılır. Eğer maske doğaüstü bir gücü simgeliyorsa yapanın bu gücü duyumsadığı varsayılır. Maskeyi yapan gibi takanın da maskenin simgelediği varlığın sahip olduğu bazı güçlere sahip olduğu düşünülür. Dolayısıyla bu kişi maskeyle birlikte rol yapan bir oyuncuya benzetilebilir. Maske onu takan kişiyle birlikte bir canlılık kazanır ve takan kişiyle maske arasında karakter uyumu aranır. Sözgelimi aslan maskesi takan biri aslan gibi yırtıcı, tilki maskesi takan kurnaz davranışlar yapar. Bu tür törenlerde izleyicilerin de rolü büyüktür. Oyunu seyredenler maskenin geçmişle bugün arasında bir bağ olduğunu anlar.
Yeryüzünün her yerinde maskelere farklı anlamlar yükleniyor. Bu nedenle kullanıcıların ya da izleyicilerin davranışları da farklılık gösteriyor. Sözgelimi Afrika ya da Okyanusya’da kullanılan bazı maskelerin korkutucu görünümleri vardır. Bunların kötü ruhları simgelediğini düşünmemize yol açar. Oysa gerçek bunun tümüyle tersi olabilir. Maskeler içinde bulundukları toplumların kültürel değerleriyle yakından ilgilidir.

Arkeolojinin Gizemi

22 Haziran 2014 Pazar

Maya Mitolojisi Popol Vuh ve Ezoterizm

2012 yılı sonunda kıyametin kopacağına dair yapılan haberlerle çoğumuzun zihninde soru işareti bırakan Maya şehirlerinin İspanyollar tarafından işgal edilmesi ve buradaki hemen hemen tüm kitapların yakılıp yıkılması sonucu elimizde bu kültüre ilişkin pek bir yazılı kaynak ulaşamamıştır. Ancak Popol Vuh (Zamanların Kitabı ya da Olayların Kitabı) Kişe medeniyeti hakkında bilgi edinebildiğimiz yegane eser olmuştur. Popol Vuh, nesilden nesile aktarılan efsanelerin toplandığı bir kitaptır. 




Eserden alıntı yapmaya geçmeden önce bu halkın buraya doğudan göçle yerleştiği ve Türklerle aynı kökten geldiklerine inanıldığını, Maya-Kişe'nin Türkçe'de "Maya-İnsanı" anlamına geldiğini de söylemek gerekiyor. Bunu burada belirtme nedenimi daha ilerde konu ile ilgili kendi fikirlerimi açıklarken yazacağım. Şimdilik Popol Vuh'ta geçen hikayeye dönelim...


Hun-Ahpu ile Xbalanque top oynamak için oyun sahasına giderler. Onların gürültüsünü duyan Xibalba'nın Efendileri şöyle der: "Tepemizde yine top oynayıp gürültü yapan da kim? Yoksa Hun-Hun-Ahpu ve Vukup-Hun-Ahpu ölmedi mi? Kim karşımıza çıkmak istiyor? Gidip çağırın onları hemen!"

Sonra habercileri çağırıp onlara: "Oraya gittiğinizde hemen gelmelerini söyleyin onlara. Onlarla top oynamak istiyoruz burada; yedi gün içinde gelsinler" dedi efendiler.




Haberciler Hun-Ahpu ile Xbalanque'nin evlerine giden büyük yola düştüler ve çocukların (Not: Burada hikayenin kahramanlarının çocuk olması Türk Mitolojisindeki bebek ve çocuk hikayelerini hatırlatıyor. Kahramanın henüz bilgisiz olduğu dönemi aktarır genelde Türk mitolojilerinde kahramanın çocuk olması...) büyükannelerinin önüne çıktılar hemen. "Hun-Ahpu ile Xbalanque hemen gelsin dedi efendiler" diye ilettiler mesajı ve sonra onlara gün verdiler. "Yedi gün içinde bekliyor onları efendiler". Yaşlı kadın "Tamam gelecekler" dedi ve endişelendi yaşlı kadın "Torunlarımı çağırmak için kimi göndereyim? Babalarını almak için gelen haberciler de bunlar değil miydi?" dedi yaşlı kadın. Ve çocukları çağırmak üzere kucağına düşen bir pireyi gönderdi. Pire çocuklara ulaşmaya çalışırken bir kara kurbağası ile karşılaştı ve kara kurbağası ona yardım etmek üzere yuttu pireyi, çocuklara daha hızlı varabilmek için. Sonra kara kurbağası Zakicaz adında bir yılanla karşılaştı ve yılan da kurbağaya yardım etmek için kurbağayı yuttu daha hızlı götürebilmek için mesajı... Sonra yılanı da Vac adındaki bir şahin yuttu, daha hızlı mesajı iletebilmek için. (Not: Burada ekolojik sistemi anlatmak üzere yazıldığını düşünmüyorum yazının bu kısmının.) Sonrasında şahin çocukların olduğu top sahasına vardı ve çocuklar onu gözünden vurarak aşağı indirdiler. Şahine neden geldiğini sorduklarında Şahin karnında onlar için bir mesaj taşıdığını, gözünü iyileştirmeleri halinde mesajı vereceğini söyledi. Çocuklar şahinin gözüne lotzquic (Orta Amerika yerlileri tarafından katarakt hastalığını iyileştirmek için kullanılan tropik bir bitki) koyup gözünü iyileştirdiler ve şahin yılanı çıkardı midesinden. Yılan da kurbağayı çıkardı ama kurbağa bir türlü pireyi çıkaramıyordu midesinden. Çünkü pire kurbağanın midesinde değildi, onu kandırmış, diş etinde saklanmıştı. (Not: Burada ezoterik hikayelerin göründüğü gibi olmadığına, pire gibi kurnaz ve/veya zeki kişiler tarafından kara kurbağası gibi fazla zeki olmayanlara aktarılmış, onlardan yılan tabiatındaki kişilere ve oradan da "kör" şahine aktarılmış olması ve sonunda bu bilgiyi alması gerekene böylece ulaşacağı anlatılıyor olabilir. Hatta mesajın büyükanne tarafından gönderilmesi de bu mesajların atalardan geldiğini aktarmak üzere kullanılan bir sembol olabilir.) Pire saklandığı yerden çıkarak çocuklara büyükannelerinin mesajını iletti. Hun-Ahpu ile Xbalanque mesajı aldıktan sonra büyükannelerinin yanına giderek ona veda etmek istediler. "Büyükanne sana veda etmeye geldik ama buraya kaderimizin bir göstergesi olarak işaret bırakacağız. ikimiz de buraya, evin ortasına birer saz ekeceğiz. Eğer sazlar kurursa, bu ölümümüzün işareti olacak. Sazlar filizlenirse yaşıyorlar dersin." Sazları evin ortasına, dağlara ya da nemli toprağa değil, kuru toprağa ekip evlerinin ortasında bıraktılar.

Hun-Ahpu ile Xbalanque silahlarını da alıp yollara düştüler. Molay adı verilen kuşların arasından geçtiler, bataklık nehrini, Xibalba'nın Efendilerinin tuzağa düşeceklerini sandıkları kan nehrini ayaklarını suya değdirmeden geçtiler. Sonrasında siyah, beyaz, kırmızı ve yeşil dört yolun kesiştiği bir kavşağa geldiler. Kavşakta Xan adındaki sineği gönderdiler istedikleri bilgiyi toplaması için. Siyah yola, ağaçtan adamlara doğru uçtu sinek. Türlü takılarla süslenmiş bu adamlar ilk sırada oturuyordu. Üç adamı da teker teker ısırdı sinek. İlk ikisi hiç sesini çıkarmadı ama üçüncüsü; Hun-Came sinek ısırınca bağırdı. Sonra sırasıyla 4., 5. ve 6., 7., 8., 9. ve 10. adam sinek ısırığıyla bağırdı. Bu şekilde her biri adını söyleyerek kendilerini ele vermiş oldular.



Ardından Hun-Ahpu ile Xbalanque yola koyuldular ve Xibalba'nın Efendileri'nin yanına ulaştılar. "Oturan Efendiyi selamlayın" dedi içlerinden biri onları kandırmak için. "Efendi değil o, tahta bir figür yalnızca" dedi çocuklar. Sonra sırayla onları isimlerini söyleyerek selamlamaya başladılar. Sıcak bir taş göstererek oraya oturmalarını istedi efendiler, ama çocuklar orasının sıcak olduğunu söylediler. Efendiler onları kandıramadı. "Evinize gidin hadi" dedi efendiler. Böylece çocuklar Karanlık Eve girdi. (Not: Burada inisiyasyon öncesi efendilerin dikkatini nasıl çektikleri açıklanıyor gibi... Karanlık Ev, mağara ve benzeri figürler zaten çoğu kültürde inisiye edilen yeri anlatır. Zaten hikayenin devamında da bunun sınavlar dizisinin başlangıcı olduğu açık.)

Xibalba'nın ilk sınavıydı bu ev. Eve girer girmez onların yenileceğini düşünüyordu Xibalba'nın efendileri. Hun-Ahpu ve Xbalanque eve girer girmez çıra ve sigaralar verildi kendilerine. Ertesi gün sigaralarla birlikte çıraları aldıkları gibi geri getirmeleri istendi kendilerinden. Çocuklar çıraların ucuna kırmızı papağan tüyü, sigaraların ucuna da ateşböceği koyarak gece bekçilerini onları yaktıklarına ikna ettiler. Gece bekçileri de onların tuzağa düştüklerini düşünüyordu.Gidip efendilere haber verdiler. Efendiler "Nasıl böyle bir şey yapabilirler? Nereden gelmiş bunlar? Başımıza dert açıyorlar. Yaptıkları hiç de iyi değil bizim için. Yüzleri bir değişik, davranışları çok farklı" dediler. Sonra Hun-Ahpu ile Xbalanque'yi çağırdılar. "Haydi top oynayalım" dediler. Bir yandan da efendilerden bazıları onlara nereden geldiklerini sordular. Çocuklar sorulara cevap verdiler; "Nereden geldiğimizi kim bilir? Biz bilmiyoruz" dediler. 

Efendiler kendi toplarıyla oynamak istiyordu, çocuklar ise kendi getirdikleri topla oynanmasını istediler. Ama sonra efendilerin dediği oldu. Efendiler bir solucan için oynamak istiyordu, çocuklar ise bir aslan başı için... Efendiler "Henüz değil" dediler. (Not: Burada top oynamak bilgi almak ile eşdeğer olabilir. İnisiye adayının bilgisizliği nedeniyle kendi yöntemi ile öğrenmeye çalıştığını ve hevesini aktarıyor olabilir.) Efendiler oyunu başlattı ve topu Hun-Ahpu'nun önüne attı. Top yerde dönüp zıplamaya başladı. Çocuklar "Bu da ne? Bizi öldürmek mi istiyorsunuz? Bizi siz çağırmadınız mı? Habercilerinizi göndermediniz mi? Hemen gidelim buradan" dediler. Xibalba'nın Efendilerinin de istediği tam olarak buydu. Kardeşlerin hemen orada ölmelerini ve böylece onları yenmek istiyorlardı. Ama öyle olmadı; tam tersine kardeşler efendileri alt ettiler. Efendiler çocuklar gitmesin diye onların topuyla oynamayı kabul ettiler ve oyunda kardeşlere yenildiler. Efendiler yenilginin ardından dönüp çocuklara "Bize yarın sabah erkenden dört demet çiçek getirin. Bir demet kırmızı caka-muchih, bir demet beyaz zaki-muchih, bir demek sarı gana-muchih, bir demet de carinimak" dediler. 



Bunun üzerine gençler Xibalba'nın ikinci sınav yeri olan Mızrak Evi'ne girdiler. Gençler eve girdiklerinde kendilerine yönelen mızraklarla konuşup "Bütün hayvanların eti sizin olmalı" dediler (Not: İnisiyasyon süresince hayvan eti yenilmemesi gerektiğini anlatıyor olabilir) ve hiç kıpırdamadılar, bütün mızraklar yere düştü. Gece boyunca mızraklar evinde bunlar oldu. Sonra karıncaları çağırdılar ve onlardan çiçekleri getirmelerini istediler. Karıncalar böylece efendilerden Vukup-Came ve Hun-Came'nin bahçesine doğru yola koyuldular. Oysa bu iki efendi çocukların bu çiçeklerini göremeyeceklerini düşünüyorlardı ama yine de gece bekçilerine çocuklar gece gelip bahçedeki çiçekleri koparmasın diye talimat verdiler. Karıncalar sessizce bahçeye girdi ve bahçedeki bekçilerin kuyruklarını ve kanatlarını sessizce dişleriyle kestiler. Bekçiler bunu fark etmedi bile. Karıncalar topladıkları çiçekleri ağızlarında taşıdılar ve dört demet çiçeği hazır ettiler. 

Sabah gün doğar doğmaz haberciler Hun-Ahpu ile Xbalanque'yi çağırmaya geldiler. Gençler efendilerin huzuruna çiçeklerle birlikte çıktılar ve efendiler çiçeklerden çok etkilendi. Hemen bekçileri çağırdılar ve onlara kızdılar. Bekçiler bir şey görmediklerini, kuyruklarının da bu durumdan payını aldığını söylediler. Bunun üzerine efendiler bekçilere kızarak onların ağızlarını parçaladılar. O zamandan beri baykuşların ağzı bir yarık şeklindedir.

Bu olaydan sonra tekrar bahçeye top oynamaya indiler. Bir süre oynadıktan sonra efendiler "yarın sabah tekrar oynayalım" dediler. Sonra Hun-Ahpu ile Xbalanque Buz Evi'ne girdiler. İçerisi dayanılmaz derecede soğuktu, dondurucu kuzey rüzgarının eviydi orası. Yaktıkları odunlar sayesinde içerisi ısındı ve buzlar eridi. Hayatta kalmayı başardılar. Ama Xibalba'nın Efendileri onların ölmesini istiyordu. "Nasıl olur da ölmezler!" diye bağırdı efendilerden biri. Hun-Ahpu ile Xbalanque'nin yaptıklarına şaşıp kalmışlardı. Sonra ikisini Kaplanlar Evi'ne gönderdiler. İçerisi kaplanlarla doluydu. Hun-Ahpu ile Xbalanque "Bizi ısırmayın. Yapmanız gereken başka bir iş var" dediler kaplanlara ve önlerine biraz kemik attılar. Kaplanlar evinden de dimdik ayakta çıktıklarında Xibalba'nın Efendileri "Ne biçim insan bunlar? Nereden geliyorlar?" diye sordu. Sonra Hun-Ahpu ile Xbalanque Ateş Evi'ndeki ateşin içine girdiler. (Not: Ateş, bilgi, öğrenmek olarak geçer çoğunlukla) İçeride ateşten başka bir şey yoktu. Ama onlar yanmıyordu, yalnızca odun ve kömür yanıyordu. Gün ağardığında bu iki kardeş yine sapasağlam çıktılar içeriden. Sonrasında Yarasalar Evi'ne girdiler.  Bu ev karşısına geçeni kurutan Camazotz'un eviydi. Hun-Ahpu ile Xbalanque silahlarının üzerinde uyudular. Evdeki hiçbir şey dokunmadı onlara. Ancak bir süre sonra pes etmek zorunda kaldılar çünkü gökten başka bir Camazotz geldi. Yarasalar toplaşıp bütün gece Quilitz, quilitz diye uçtular sonra durdular. Hiçbiri hareket etmez oldu. Hun-Ahpu ile Xbalanque'nin silahlarına yapıştılar.



Xbalanque, Hun-Ahpu'ya "Bak gün doğmaya başladı" dedi. Hun-Ahpu Güneş'in doğup doğmadığına bakmaya çalışırken Camazotz aniden Hun-Ahpu'nun kafasını kopardı ve kafası bedeninden ayrıldı. Hun-Ahpu'dan yanıt alamayan Xbalanque telaşlandı ve çaresizlik içinde "Kaybettik işte sonumuz geldi" dedi.

Hikayenin devamında Hun-Ahpu'nun kafası oyun sahasına asılıyor. Sonra Xbalanque Hun-Ahpu'nun kafasını yeniden yapıyor ve hun-Ahpu yeniden konuşabilir hale geliyor. Güneş doğarken Hun-Ahpu yeniden canlanıyor.



*Charles Etienne Brasseur de Bourgbourg tarafından yazılan Popol Vuh isimli kitap esas alınarak hazırlanmıştır.

21 Haziran 2014 Cumartesi

Çin Mitolojisinde Kutsal Adalar



Mısırlılar, Hintler, Fijililer ve diğerleri gibi Çinliler ve Japonlar da daha önce gösterildiği gibi, okyanusun yılan tanrısı ya da ejderha tanrısı ile ilgili yüzen ve kaybolan bir adanın varlığına inanmışlardı. Doğu Denizinde bir yerlerde ulaşmanın ve üzerinde yerleşmenin çok zor olduğu bir takım adalar olduğuna da inanmışlardır. Bu inanç esas itibariyle eski Yunan yazarlarının "Kutsanan Adalar" ya da "Şanslı Adalar"ına yakından benzemektedir. Okyanusun ötesindeki diğer ünlü ülkelerde de bu gibi belirsiz inançlar hakimdir.

Bazı yerli hikayelerinde, bu kutsal Çin adalarının sayısının beş olduğu ve adlarının Tai Yü, Yüan Chiao, Fang Hu, Ying Chou ve P'eng-lai olduğu; diğer bazı hikayelerde de sayının dokuz ya da on ya da sadece üç olduğu anlatılır. Bazen de tek bir adanın varlığından söz edilir; okyanusta ya da Sarı Nehir'de, ya da Milky Way nehrinde olabileceği düşünülüyordu.

Çin efsanesinde, adalar, ölümsüzlüğü elde etmiş olanların ya da tekrar yeryüzünde hayata dönebilmek ya da daha üst bir varlık mertebesine çıkmak üzere uzun süre mutluluk içinde kalabilecekleri Cennetlerine gidenlerin oldukları yer olarak tanınmıştı. 




Bu adalarda hayat kuyuları ve hayat otları ağaçları bulunduğu ilgi çekici notlar arasındadır. Ruhlar, varlıklarını sürdürebilmek için suyu içerler ve ağaçların meyvelerini ve otları yerler. Bir Çin "hayat bitkisi" "ölümsüzlük mantarı"dır. Bu mantar Çin yeşim taşı süslemelerinde kendisini gösterir. Bu mantar, ejderha tanrı ile yakından ilgilidir.

Bir cennet adasına olan inancın Çin'de kendiliğinden mi ortaya çıktığı yoksa eski Çinlilerin bu inancı işgalcilerden ya da ticari ilişkiler kurdukları insanlardan mı edindikleri sorusu ortaya çıkar. M.Ö. 4. yüzyılda bir Çinli kaşifin Doğu Denizinde Cennet Adası ya da adalarını aramak üzere bir yolculuğa çıktığı konusunda kanıtlar bulunmaktadır. Ancak bu adaya olan inancın tam olarak ne zaman ortaya çıktığı ya da yayıldığı bilinmemektedir.

Çin'in Herodot'u Ssü-ma Ch'ien'in Shih Chi adlı eserinde üç adet Çin Kutsal adasının P'eng-lai, Fang Chang ve Ying Chou olduğunu belirtir. Bu adalar Chihli Körfezindedirler, fakat ters rüzgarlar esmekte ve gemiler sürüklenmektedir. Bununla beraber birçok kahramanın eski zamanlarda bu adalara ulaşabildikleri ve ziyaret edebildikleri anlatılır. Bu kahramanlar, adalarda altın ve gümüşten yapılmış saraylar gördüklerini ve buradaki beyaz adam ve kadınların, beyaz hayvanların ve beyaz kuşların Hayat Bitkisini yediklerini, Hayat Pınarının sularını içtiklerini anlatmıştır. Ying Chou adasında, çok büyük yeşim taşları vardır. Suları, şarap gibi canlandırıcı bir dere, bir yeşim taşından dışarı akmaktadır. Adaya ulaşabilen ve bu sudan içebilenler, ömürlerini uzatacaklardır. Ufalanmış "ölümsüzlük mantarı" ile bu su karıştırılırsa, vücuda bin yıllık bir dayanıklılık sağlayacak yiyecek elde edilir.




Çin Efsaneleri, bu Kutsal Adaları görebilen şanslı denizcilerin onları sanki ışıklı bulutlarla kaplanmış gibi, hayal meyal görebilmişlerdi. Tekneler çok yakına geldiğinde, adalar tıpkı Gal hikayelerindeki efsanevi adalar gibi dalgaların altına doğru batarak gözden kaybolmuşlardır.

Lieh Tze tarafından yazılan yazılara göre Kutsal Adalar beş tanedir. Bu adalarda vücudunu şeffaflaştırarak ya da tıpkı yılanların derilerini atmaları gibi vücutlarını atarak ölümsüzlüğü kazanmış aziz bilgelerin beyaz ruhları oturur. Bu adalardaki bütün hayvanlar da aynı şekilde beyaz ve dolayısıyla saf ve kutsaldır. Ruhların oturdukları yerler altın ve yeşim taşındandır ve koru ve bahçelerdeki ağaçlar ve bitkiler, incilerle ve değerli taşlarla doludur. Mantardan ya da kokulu bitkilerden yiyenler, gençliklerine tekrar kavuşur ve adadan adaya havadan uçarak gitme gücünü elde ederler.

M.Ö. 2. yüzyılda yaşamış olan ünlü büyücü Tung-Fang Shuo, kutsal adaların sayısının 10 olduğunu ve bunların beşer adetten oluşan iki grup olduğunu söylemiştir. Uzak adalardan birinin adı Fu-Sang'dır ve Eğilmiş Dut Ağacı Ülkesi anlamına gelir. Dutların çift çift yetiştikleri ve çok ağır oldukları söylenmektedir. Her 9000 yılda bir, azizlerin yedikleri meyveler vermektedir ve bu meyve onların azizlik özelliklerini arttırmakta, onlara kutsal kuşlar gibi göklerde uçabilme gücü vermektedir.




Fu-Sang'ın ötesinde vücudu kıllarla kaplı beyaz kadınların ülkesi vardır. Bahar mevsiminde yıkanmak için nehre girer ve hamile kalırlar. Çocukları sonbaharda doğar. Başlarındaki saçlar yerlere kadar uzanır. Göğüs yerine boyunlarının arkasında beyaz perçemleri vardır ve buradan çocuklarını besledikleri bir sıvı gelir. Bazı hikayelere göre bu kadınların kocaları yoktur ve bir erkek gördüklerinde uçarlar. Öte yandan bu kadınların kocaları olduğunu iddia eden bir tarihçinin kayıtlarına göre, bir Çin teknesi bir zamanlar bir fırtına tarafından bu esrarlı adaya sürüklenmiştir. Mürettebat kıyıya çıkar ve kadınların Çin'dekilere benzediklerini fakat erkeklerin başlarının köpeklerinkine benzediğini ve havlama gibi sesler çıkardıklarını görürler. 

Dindar Çin İmparatorları, ölümsüzlük mantarını elde etmek amacıyla Kutsal Adaların keşfi için pek çok girişimde bulunmuşlardır. Ölümsüzlük mantarı için keşfe gönderilen Hsü Fü adlı bir denizci, harika bir hikaye ile geri döner. Bir tanrının denizden çıktığını ve İmparatorun temsilcisi olup olmadığını sorduğunu söyler. Tanrı ne aradığını sorar denizciye. Denizdi de insanların hayatını uzatacak bitkiyi aradığını söyler. Tanrı, İmparatorun mesajcısına, getirdiği hediyelerin bu sihirli bitki için karşılık olamayacağını söyler. Bununla beraber Hsü Fü'nin kendisi için gibi bitkiye bakmasını, bu sayede İmparatorun bitkinin gerçekten var olduğuna ikna olmasını istiyordu. Sonrasında tekne Kutsal Adalara ulaşılana kadar güney doğu yönünde ilerledi. Hsu Fü'nün baş ada P'eng-lai'ye çıkmasına izin verildi. Adanın üzerinde, okyanusun ejderha kralının altın sarayı bulunuyordu. Orada çok büyük ve vahşi görünümlü pirinç bir ejderha tarafından korunan yeni toplanmış ölümsüzlük mantarı mahsullerini gördü. Çin'e götürmek üzere tek bir yaprak bile elde edemedi. Dindar denizci, tanrının önünde diz çökerek mantar karşılığında İmparator'dan nasıl bir hediye istediğini sordu. Peng-lai'ye pek çok oğlan ve pek çok kızın gönderilebileceğini öğrendi. İmparator da adaya 3000 genç erkek ve bakireyle dolu olan bir filo gönderdi. Hsu Fü, yolculuğun komutasını almıştı ancak Çin'e bir daha geri dönemedi. Bazıları onun uzakta bir başka yerde kendisine krallıkla yöneteceği bir devlet kurduğunu söyler.

Birçok Çin İmparatoru bu uğurda çalışmalar yürütmüştür. Hatta çabalarının boşa olduğunu anlayan ve çılgına dönen bir kralın yaklaşık 500 büyücü ve alimi öldürttüğü söylenir.

Japon Hikayelerinde P'eng-lai adası, Horaizan olarak anılır. Adada üç tane oda vardır ve Horai adlı baş dağın üzerinde Hayat Ağacı yetişmektedir. Bu ağacın gövdesi ve dalları altından kökleri ise gümüştendir ve mücevher yaprakları ve meyveleri vardır. Bazı hikayelerde şeftali, erik ve çam olmak üzere üç ağaç vardır. Ölümsüzlük mantarından da söz edilir. Bu mantar kutsal ağaçların ama özellikle de çam ağacının altında yetişir. Ayrıca bir de ölümsüzlük çimeninin de yetiştiğine dair inanç vardır. Hayat veren pınar da Japonlar tarafından biliniyordu. 




Ayrıca Japon kültüründe ölümden korkan ve Ölümsüzlük Çimenini elde etmek üzere ölümsüz bir azizi yardıma çağıran Sentaro adından bir Japon Gılgameş'ine ait bir hikaye de vardır. Aziz, ona kağıttan yapılmış ve birleştirildiğinde canlanan bir turna kuşu verir. Bu kuş Sentaro'yu okyanusun üzerinden Horai Dağı'na taşır. Burada Sentaro hayat veren çimeni bulur ve yer. Bununla birlikte, adada bir süre yaşadıktan sonra canı sıkılmaya başlar. Diğer ada sakinleri ölümsüzlükten zaten sıkılmışlardı ve ölmek istiyorlardı. Sentaro da Japonya'yı özlemeye başladı ve sonunda kağıttan turna kuşunu yeniden birleştirdi ve denizin üzerinden uçtu. Ancak adadan ayrıldıktan sonra şüpheye düştü. Sonuç olarak onun isteğine göre hareket eden turna kuşu kıvrılıp buruştu ve havada düşmeye başladı. Sentaro çok korkmuştu bu korku doğduğu ülkeyi özletmişti ona ve böylece kuş havada yükseldi ve Japonya'ya kadar uçmaya devam etti. 

Çin ve Japon Mitolojisi
Donald A. Mackenzie

20 Haziran 2014 Cuma

Loki



İskandinav mitinde anlatılan Loki, gerçekten de şeytanidir. Yok etme arzusuyla hareket eden ve tanrıların düşmanı olan bir simadır. Dünyanın düzenine son verecek savaş sırasında, bu düzeni yok etmek isteyen güçlerin safında yer alacaktır. Loki, doğal olarak Hıristiyan mitlerindeki şeytan ile belli birtakım benzerlikler sergilemektedir. Bu yüzden, şeytan hakkındaki Hıristiyan mitleri, daha yakın dönem İskandinav bakış açısı üzerinde etkili olmuş olabilirler. Bu bakımdan Idunn'un devler tarafından kaçırılmasının anlatıldığı öyküde belki biraz oyunbozanlık yapıyor olsa da, içine düştüğü sıkıntılı durum onu öyle davranmaya zorlamıştır. başka zamanlardaki davranışları ise şeytani olmaktan ziyade haylazcadır. kimileyin önemli birtakım sonuçlar doğurabilen, fitne fücur işlerle uğraşır.

Snorri, Skaldskaparmal şiirinde "Altına niçin Sif'in saçları denir?" diye sorar ve sorduğu soruyu yine kendisi yanıtlar. Bir gün Loki Sif'in saçlarını keser. Bunu til laevisi yapar. Sif'in kocası Thor buna çok sinirlenir ve onun üzerine yürür. Köşeye sıkışan Loki, hemen son derece hünerli zanaatçılar olan cücelere gidip sif için altın saçlar yaptıracağına söz verir. Bu saçlar Sif'in kafa derisinden adeta ilk saçları gibi doğal yollarla çıkacaklardır. Böylece, Loki cücelere altın saç, bir gemi (Skidbladnir) ve bir de mızrak (Gungnir) ısmarlar. Loki, sonuçtan öylesine etkilenir ki, Eitri adında zanaatçı bir biraderi olan Brokk adlı cüceyle düşüncesizce bir bahse tutuşut. Üzerine bahse girdikleri şeyse, Eitri'nin birbirleriyle aynı güzellikte üç farklı şey yapamayacağıdır. Eitri hiç vakit kaybetmeden işe koyulur. Ocağa bir yaban domuzu postu koyar ve kardeşi Brokk'tan ocağın ateşini, kendisi dur diyene dek körüklemesini ister. Brokk ateşi körüklemeye başlar. Eitri'nin dışarı çıkmasıyla birlikte içeri giren bir sinek Brokk'un koluna konar ve onu ısırmaya başlar. Brokk hiç oralı olmaz. Eitri geri dönüp ocağı açar ve içinden en karanlık geceleri dahi aydınlatabilecek parlaklıkta altından kılları olan bir yaban domuzu çıkarır. Ardından, Eitri ocağa bu kez bir külçe altın koyar ve kardeşi Brokk'u yine ateşi körükleme işiyle görevlendirir. Aynı sinek yine ortaya çıkar ve bu kez Brokk'u boynundan ısırır. Brokk ısırığa aldırmaz ve işine devam eder. Eitri geri dönüp ocaktan bu kez Draupnir denen altın bir yüzük çıkarır. Her dokuz gecede bir, bu yüzükten ağırlığınca sekiz yüzük daha peyda olur. Üçüncü kez işe koyulduğunda ise ocağa demir koyar. Bu kez sinek Brokk'u göz kapağından ısırır. Brokk, gözüne damlayan kanı silmek için ateşi körükleme işini bir anlığına boşlar. Eitri geri döndüğünde ona az kalsın işi berbat ediyordun diye çıkışır.Yine de ocaktan ham demir değil, bir çekiç çıkarır. Sinek işe karıştığı için çekicin sapı çok kısa olmuştur. Ama çekiç, bu haliyle, hedefinden asla şaşmayan ve onu atan ele geri dönebilen ve sapının küçüklüğünden ötürü gömleğin cebine dahi sığabilen muhteşem bir silaha dönüşmüştür. Snorri açıkça söylemez ama sineğin kılık değiştirmiş Loki olduğuna hiç kuşku yoktur.

Peki, bu durumda bahsi kimin kazandığına nasıl karar verilecektir? Odin, Thor, Freyr hakemlik yapar. Loki, mızrağı Odin'e, altın saçları Thor'a, gemiyi ise Freyr'e verir. Ardından, sıra Brokk'a gelir. Brokk, yüzüğü Odin'e, yaban domuzunu Freyr'e, çekici ise Thor'a verir. Tanrılar, kendilerini devlerden koruyabilecek bir silah aradıkları için, çekicin bu hazinelerden en değerlisi olduğuna karar verirler. Loki bahsi kaybetmiştir, dolayısıyla kellesini de kaybetmesi gerekmektedir. Böylece kendi hayatını satın almaya çalışır ama Brokk her defasında "kesinlikle olmaz" der.



Loki bir yolunu bulup oradan kaçar. Ama Thor onu yakalayıp cücelere teslim eder. Brokk tam onun kellesini kesmeye hazırlanırken, kanunlara riayet etmeyi pek seven tanrının aklına birden ilham gelir: Kellesini kaybetse bile boynu yine ona kalacaktır. Bu yüzden Brokk, muhtemelen ilerde boşboğazın teki olmasın diye, onun kafasını kesmek yerine ağzını diker.

Snorri'nin de belirttiği gibi, bu öykünün İskandinav mitlerinin oluşturduğu ardışık dizi içerisinde anlaşılır hale gelen yapısal bir amacı vardır: Tanrıların büyük hazinelerinin nasıl ortaya çıktığını açıklamak. Bu öykünün nereye kadar Viking Çağı mitlerinin özgün bir parçası olduğu bilinmemektedir. Öyküde Loki'nin herhangi bir tanrısal niteliği yoktur. Sahip olduğu tek doğa üstü nitelik, diğer yaratıkların kılığına girebilmesini sağlayan şekil değiştiriciliğidir; ama İskandinav mitlerinde bunu ölümlü insanlar bile yapabilmekteydiler.

Snorri'nin Loki hakkında anlattığı öykülerden bir diğeri de Thor'un dev kral Utgard-Loki'nin sarayına yaptığı uzun ve maceralı yolculuk hakkındadır. Loki, bu öyküde, deyim yerindeyse daha mülayim bir halet-i ruhiyeye sahiptir. Aslında Thor'un böylesi bir ziyaret çin yola çıkmasının belirli bir sebebi yoktur.Yoldaşları ise Loki ve yolculuğa daha sonra dahil olan Thialfi'dir. Üç kafadar, Skrymir adındaki bir devle yaşadıkları beklenmedik bir maceranın ardından, Utgard-Loki'nin onları hilebazlığıyla aciz durumda bırakacağı sarayına varırlar.. Utgard-Loki, kendi tutsakları ile farklı alanlarda yarışmaları için onlara meydan okur. Herkesten hızlı koşabildiği için, Thialfi atletizmi seçer. Ama yerel şampiyon Hugi onu kolayca alt eder. Zira Hugi aslında "düşünce" demektir ve düşünce her şeyden hızlıdır. Thor, yarıştığı üç müsabakada da sonuncu olur. İlk olarak boynuzdan su içme müsabakasına katılır. Boynuzun içindekileri içmeye çalışır, ama perişan halde başarısız olur. İlerde, o boynuzun bir ucunun denize çıktığını öğrenecektir. Boynuzdan aldığı yudumlar, deniz suyunun biraz çekilmesine sebep olmuştur, ama hepsi o kadar. İkinci müsabaka ise biraz aptalcadır. Thor'un, Utgard-Loki'nin koca kedisini kaldırabilmesi gerekir. Ama bunu bir türlü başaramaz zira o hayvan aslında kedi kılığına girmiş Dünya Yılanı Iormungard'ın ta kendisidir. Iormungard o kadar uzundur ki, onu hiç kimse, hatta Thor tek başına bile kaldıramaz. Üçüncü müsabaka için Thor güreş tutmayı önerir. Dev, onunla alay edip güreşsin diye karşısına yaşlı bir kadın olan Elli'yi çıkarır. Kadın, Thor'un sırtını yere getirir, zira Elli nihayetinde en güçlü olanı bile devirebilecek 'ihtiyarlık' anlamına gelmektedir.



Loki ise bir yemek yeme müsabakasına katılır. Yemeği herkesten daha hızlı yiyeceğine dair bahse girer. Utgard-Loki, onun karşısına kim olduğu bilinmeyen Logi diye birini çıkarır. iki yarışmacı masaya otururlar ve ortalarına içi dolu, tahtadan bir et teknesi getirirler. Kurt gibi acıkmış olan iki rakip hemen yemeği yemeye koyulurlar. Teknenin kenarlarından başlayıp ortaya doğru ilerlerler, ve ortada karşı karşıya gelirler. Loki tüm etleri kemiklerine kadar yemiştir. Oysa Logi, etleri, kemikleri ve hatta et teknesinin bir bölümünü bile yemiştir. "Ve genel kanı, Loki'nin yarışmayı kaybettiği yönündedir." Tanrılar, daha sonraları, Logi'nin aslında doğadaki tüm öğelerin en doymak bilmezi olan ateş anlamına geldiğini fark edeceklerdir.

Loki'nin bu yönü -bir tanrı gibi davranmayan eğlence düşkünü kişiliği- elbette hesaba katılmalıdır ama ben onun daha karanlık ve güçlü olan yanının daha önemli olduğu kanısındayım. Ne yazık ki bu tanrının maceralarını anlatmış olan -ki bir zamanlar mutlaka vardılar- mitler hakkında bugün pek az şey biliyoruz. Bildiklerimiz ise çeşitlilik gösteriyor ve onun hakkında yalnızca bir taslak oluşturabilmemize izin veriyor. Söz gelimi, dünyanın sonu geldiğinde Loki ile gizemli tanrı Heimdall arasında hortlayacak kan davası ya da kavga hakkındaki öykülere yapılan göndermeler oldukça kafa karıştırıcıdır. Bu mit hakkında İzlandalı şair Ulf Uggason tarafından MS 1000 yılında kaleme alınmış olan Husdrapa şiirinde önemli bir dize yer almaktadır. Snorri, Ulf'un bu şiirde söz konusu öykü hakkında pek çok şey yazmış olduğunu dile getirir, ama bize kalanların ne anlama geldiği tam bir muammadır;

Tanrıların şanlı muhafızı, hikmetiyle göze çarpan,
Gitmek için Sigastein'a, çıktı yola Farbauti'nin kurnaz oğluyla.
Sekiz anadan doğduğu halde akillikte tek olan,
İşte ilk o sahip oldu parlak hafnyra'ya.




Bu şiirde de yapılan göndermeleri yine dinleyicinin tespit etmesi gerekmektedir. Heimdal tanrılara giden yolların bekçisi, muhafızıdır. Dünyanın sonu geldiğinde düşman kuvvetlerin yaklaştığını bildirmek için borusunu üfleyecektir. Heimdall, tuhaf bir doğum olayıyla aynı zamanda sekiz anneye doğmuş olan kişidir. Farbauti'nin oğlu diye anılan kişi ise Loki'den başkası değildir. Böylece her nasılsa Loki ve Heimdall birlikte Singastein'a hafnyra toplamaya giderler. Bu tuhaf bir sözcüktür, kelimesi kelimesine çevirecek olursak, "deniz böbreği" gibi bir anlamı vardır ve buradan ne olduğu tahmin edilebilir. Snori Skaldskaparmal'da buna bir yanıt verir aslında. "Heimdall... Singanstein'a gider. Bu onun Brisingamen için Loki ile dövüştüğü zamandı... Her ikisi de fok kılığına girmişti." Singanstein'ın okyanus ortasındaki kayalıklar olduğu aşikardır. Tanrılar da bu yüzden fok kılığına girmişlerdir. Brisingamen'in ne olduğu ise gayet iyi bilinmektedir. Bu bir ara Freyia'nın sahip olduğu meşhur ve fevkalade bir altın gerdanlıktır. Nispeten yakın tarihli bir metne göre, bu gerdanlık dört cüce tarafından yapılmıştır. Ona sahip olmayı çok isteyen tanrıça, sırayla dört cüceyle yatmış ve karşılığında gerdanlığı almıştır. Bu tam da Freyia'nın kalkışacağı türden bir davranıştır. Bu öykü hakkında bundan daha fazlasını bilmiyoruz. Tek bildiğimiz dünyanın sonu yaklaştığında Loki'nin Heimdall'ı bulacağı ve bu ezeli düşmanların ölesiye çarpışacağıdır.

R.I. Page - İskandinav Mitleri

Yahudi Geleneklerinde Kıyamet Anlayışı

Eski "Eski Yahudi Ezoterik Kayıtları"nda, Dünya üzerindeki yaşam, her şeyin Tanrı'dan kaynaklandığı ve O'na döndüğü bir sürecin aşamaları olarak sembolize edilmişti. bu ifade ezoterizmdeki aşamalı aşağıya iniş ve sonra tekrar yukarı çıkış ile ilgili tanımlamayla tam bir paralellik gösterir.

Buna bağlı olarak da "Kıyamet", Yahudi Geleneklerinde her şeyin sonu olarak değil, tam tersine özgürlüğe kavuşulacak günler olarak değerlendirilir. Onlara göre başlangıçta üstü örtülen ve sadece inisiyeler tarafından bilinen tüm sırların üzeri açılacak ve herkes tarafından bilinir hale gelecektir. Tek bir cümleyle özetleyecek olursak: İçine girmiş olduğumuz bu kırkıncı zaman diliminde her şey açıklanacaktır... İnsanlar uyanacaklar, yani kıyam edeceklerdir.




Aydınlanma Çağı ve Rabb'in Bilgisi

Tevrat'ta Kıyametin aydınlanma ve uyanma çağı olacağı ve dünya üzerindeki birçok dengenin değişeceği "Rab Bilgisi"nin tüm Dünya'ya yayılacağı sembolüyle anlatılmıştır:

"Ve Rabb'in Ruhu, hikmet ve anlayış ruhu, öğüt ve kuvvet ruhu, bilgi ve Rab korkusu ruhu onun üzerinde kalacak... Ve gözlerinin gördüğüne göre hükmetmeyecek ve kulaklarının işittiğine göre karar vermeyecek; fakat fakirlere adaletle hükmedecek ve memleketin hakirleri için doğrulukla karar verecek ve dünya ağzının değneğiyle vuracak ve kötüyü dudaklarının soluğu ile öldürecek. Ve belinin kuşağı adalet ve kalçalarının kuşağı sadakat olacak. Ve kurt kuzu ile beraber oturacak ve kaplan oğlakla beraber yatacak ve buzağı ve genç arslan ve besili sığır bir arada olacak ve onları küçük bir çocuk gibi güdecek. Ve inekle ayı otlanacak; onların yavruları birlikte yatacak ve arslan sığır gibi saman yiyecek. Ve emzikli çocuk kara yılanın deliği üzerinde oynayacak ve sütten kesilmiş çocuk elini engerek kovuğu üzerine koyacak... Çünkü sular denizi nasıl kaplıyorsa, dünya da Rab bilgisi ile dolu olacak." (İŞAYA, Bab:11/2-9)




Rabb'in Bilgisi: "Ruhsal İdare Mekanizması"nın insanlara aktaracağı açık bilgiler anlamındadır. Burada geçen Rabb, Yaradan anlamında değildir. Rab, eğitici ve öğretici anlamında kullanılan bir tamamlamadır. Ezoterizmde ve İnisiyatik Bilgilerde Ruhsal idare Mekanizması'na karşılık kullanılmıştır. Ancak Musa Peygamber devrinde ve sonrasında bazı toplumlarca rahipler ve mürşitler için de bu ismin kullanıldığını görüyoruz. Ancak Tevrat'tan aldığımız yukarıdaki Bablar'da kullanılış şekli bizim ilk açıkladığımız anlamdadır.

"İşte bir kral doğrulukla krallık edecek ve reisler adaletle hükmedecekler... Artık ahmağa asil ve cimriye cömert denilmeyecek..." (İŞAYA, Bab: 22/1,5)

"Ruhta sapık olanlar da anlayışa erecekler ve mırıltı edenler ders alacaklar." (İŞAYA, Bab:29/24)

Dünya üzerindeki bozulan dengelerin böylelikle yerli yerine oturacağı anlatılıyor.

İnsanların kıyam etmeden önceki hali de Tevrat'ta açıkça ifade edilmiştir:

"Şaşırın ve şaşa kalın, kendinizi kör edin ve görmez olun... Onlar sarhoş, fakat şaraptan değil; sendeliyorlar fakat içkiden değil. Çünkü Rab sizin üzerinize ağır bir uyku ruhu döktü ve gözlerinizi kapadı: peygamberleri ve Görenleri, başlarınızı örttü. Ve sizin için her rüyet mühürlenmiş bir kitabın sözleri gibi oldu. İnsanlar onu okuma bilen bir adama verip derler: Rica ederiz bunu oku; ve o der; Okuyamam, çünkü mühürlenmiş. Ve kitap okuma bilmeyen adama: Rica ederiz, bunu oku, diye verilir; o da Okuma bilmem der." (İŞAYA, Bab: 29/9-12)

Kıyamette mühürler açılarak, insanlar gerçekle ilk kez yüz yüze gelecektir. Tevrat terminolojisi içinde insanlara kıyamette vaad edilen budur. Ancak diğer kutsal kitaplarda da olduğu gibi, Tevrat'ta da insanların uyanmasının kolay olmayacağı ve birtakım sıkıntılarla ıstıraplı hallerle birlikte uyanışın gerçekleşeceği ifade edilmiştir:

"Uluyun çünkü Rabb'in günü yakındır; her şeye kadir olan tarafından bir yıkım gibi geliyor. Bundan ötürü bütün eller gevşeyecek ve her insan yüreği eriyecek; ve şaşıracaklar; onları ağrılar ve elemler tutacak; doğuran kadın gibi ağrı çekecekler; şaşkın şaşkın birbirlerine bakacaklar; yüzleri alev yüzü." (İŞAYA, Bab:13/6-8)




Burada bahsedilen yıkımlar doğal afetler, depremler değil; insanın iç dünyasında yaşayacağı şoklardır. Bu büyük değişimin başında yaşanacak şoklar ve uyum sağlama sürecinden sonra, insanlarda meydana gelecek anlayış farklılıkları çoğunlukla sembolik bir dil kullanılarak anlatılmıştır:

"O gün herkes kendi gümüş putlarını ve altın putlarını atacak, o putlar ki, elleriniz sizin için suç olsun diye yaptılar." (İŞAYA, Bab:31/7)

Peki Kıyamet Neyi Değiştirecektir?

1- Maddi Değişim: Hem Dünya'nın fiziksel yapısında hem de bedenimizin fiziksel ve kimyasal yapısında meydana gelecek değişimlerle ilgilidir. Meydana gelecek kozmik ve astronomik değişiklikler ve bunlara bağlı olarak Dünya'nın doğal dengeleriyle alakalı bir süreçtir.

2- Manevi Değişim: Anlayışlarda meydana gelecek değişimdir. uyumakta olan insanların uyanarak ayağa kalkmasını ifade eder. Bu da sembolik olmayan "açık bilgilerle" insanların karşılaşmasıyla mümkün olacaktır. 

Böylelikle uzunca bir süredir içinde bulunduğumuz "Demir Çağı" kapanacak, yerini çok daha kapsamlı ve çok daha üstün bir çağ olan "Altın Çağ"a bırakacaktır. Kutsal kitaplarda vaad edilen günlerdir...

Ergun Candan
Ezoterizme Giriş