Petra’da yaşadığı bilinen ilk nüfus Edomitler olarak tanınan, Sami dillerinden birini konuşan, İncil’de Esau’nun torunları olarak bahsedilen bir kavimdir. Ancak Petra’daki inanılmaz mimarinin büyük bir kısmı Nabateanlar adlı halkın eseridir. Nabateanların soyu göçmen Araplara dayanır. Ancak MÖ. 4. Yüzyıla gelindiğinde Filistin ve Güney Ürdün’ün çeşitli kısımlarına yerleşmeye başlamışlar ve aynı yıllarda Petra’yı başkent yapmışlardır. Bölgenin Araplar, Asurlular, Mısırlılar, Yunanlılar ve Romalılar arasındaki bir ticaret yolu üzerindeki kendiliğinden ayrıcalıklı konumu Nabateanların güçlenmesine imkân tanımıştır. Arabistan ve Suriye arasındaki kervan yolunun kontrolünü eline geçiren Nabateanlar kısa sürede kuzeyde Suriye’ye uzanan bir ticari imparatorluk kurdular ve Petra şehri baharat ticaretinin merkezi haline geldi. Nabateanların Petra’da edindikleri servet, kendi gelenekleriyle Helen etkisini harmanlayan bir tarzda yapılar inşa etmelerini ve kayalar oymalarını sağlamıştır. Nabateanların Petra’daki en büyük eserlerinden birisi mecburiyetten ortaya çıkmıştı. Şehirleri, sıcaktan kavrulan bir çölün kenarındaydı, bu yüzden bir su kaynağı bulmak en önemli sorundu. Bu ihtiyacı karşılamak üzere son derece gelişmiş barajlar inşa ettiler, ayrıca su depolama ve sulama sistemleri buldular. Ama Nabateanların bu zenginliği komşularını rahatsız etti ve MÖ. 4. Yüzyılın sonlarında Selefkilerin kralı Antigonus’un başkentlerine düzenlediği saldırıları geri püskürtmekle uğraşmak zorunda kaldılar. Selefki İmparatorluğu MÖ. 312’de Büyük İskender’in generallerinden biri olan I. Seleukos tarafından kuruldu ve İskender’in İmparatorluğunun doğudaki kısmının büyük bir bölümüne sahipti. MÖ. 64-63 yıllarında Nabateanlar Romalı General Pompey’in işgaline uğradılar ve MS 107’de İmparator Trajan’ın kontrolü altında bölge Roma şehri Arabia Petraea sınırlarına dahil oldu. Bu fethe rağmen Petra Roma döneminde de gelişmeye devam etti ve şehre çok büyük bir tiyatro, sırayla dizili sütunlarla kaplı bir cadde ve siq çatlağı boyunca uzanan bir Zafer Kemeri gibi çeşitli yapılar eklendi. Petra nüfusunun en yüksek olduğu zamanda 20.000 – 30.000 kadar olduğu tahmin edilmektedir. Ancak Suriye’nin merkezindeki Palmyra şehrinin İran, Hindistan, Çin ve Roma İmparatorluğu’nu bağlayan ticaret yolu üzerinde önemi artınca, Petra’nın ticari faaliyetleri azalmaya başlamıştır.
4. Yüzyılda Petra Hıristiyan Bizans İmparatorluğunun egemenliği altına girdi, ancak MS 363’te şehrin işgal edilmemiş kısımları büyük bir depremde yıkıldı ve Nabateanların şehri terk etmeleri de tahminen bu sıralarda oldu. Kimse bölgeyi neden terk ettikleri konusunda kesin bir fikir sahibi değildir. Ancak görünüşe bakılırsa bunun sebebi deprem değildir çünkü bölgede çok az değerli eşya ulunmuştur ve bu da ayrılmalarının ani bir şekilde gerçekleşmediğinin bir kanıtıdır. Bir başka büyük deprem (MS 551) şehri neredeyse tamamen yıktı. 7. Yüzyılda bölgeyi Müslümanlar fethettiğinde Petra artık haritadan silinmek üzereydi. MS 747’de ağır hasara yol açan başka bir deprem meydana geldi ve şehrin yapısını daha da bozdu. Bu depremin ardından 12. Yüzyılın başlarına dek şehirde sessizlik hüküm sürdü. Bu sessizlik şehrin içine küçük bir kale yapan Haçlı Ordularının gelişiyle sona erdi. Haçlılar 13. Yüzyılda şehri terk ettikten sonra Petra, bir zamanların bu büyük şehri, kalıntıları bile unutulana kadar onu toprağın altına gömmeyi sürdüren kum fırtınalarına ve sellere maruz kalmıştır.
Kayıp şehir Petra’nın yeniden keşfi ve batı dünyasına tanıtılması 1812’de Anglo-İsviçreli kâşif Johann Ludwig Burckhardt’ın çalışmalarıyla gerçekleşmiştir. O sıralarda Burckhardt bilgi toplamak ve Arap yaşamını tanımak amacıyla Müslüman bir tüccar kılığında (Şeyh İbrahim Bin Abdullah adını kullanarak) Ortadoğu’da seyahat ediyordu. Petra’nın hemen dışında küçük bir yerleşim olan Elji’de bulunduğu zaman Musa Vadisi dağlarındaki kayıp bir şehirden bahsedildiğini duydu. Kendisini bu eski bölgede kurban kesmek isteyen bir hacı olarak tanıtan Burckhardt, o civarda oturan iki köylü Bedevi’yi ona şehri tanıtırken bahsettiğimiz dar geçidin içini gezdirmeye ikna etti. Muhtemelen Burckhardt’ın Petra kalıntılarında tek yapabildiği, Harun Peygamber’in tapınak temelinde keçi kurban edip Elji’ye dönmeden önce çıktığı kısa bir tur olmuştur. Ancak kaşif harabelerin bir haritasını çıkarmayı başardı ve günlüğüne Petra’yı yeniden keşfettiğini bildiren bir not düştü.
Burckhardt’ın zamanından beri birçok gezgin, bilgin ve arkeolog, kayalar yontularak yapılmış ve böylesine gizli bir konuma sahip olan Petra şehrinin yapılış amacın ne olabileceği sorusuna yanıt bulmaya çalışmıştır. Bölgenin romantik tarihi atmosferi, 1845’te William Burgon’un Petra adlı şiirinde şehri evrenin yarı yaşındaki gül kırmızısı şehir olarak anlatan ünlü dizesinde aynen anımsanabilir. Ancak u tuhaf bölgenin tam olarak işlevi neydi? Burası kale mi, ticari merkez mi yoksa kutsal bir şehir miydi? Bölgede birçok kraliyet mezarlığı ve bunun yanında umumi mezarlık ve yer altı mezarlığı (son ikisi muhtemelen suçluların diri diri gömüldüğü yerlerdir) bulunmaktadır. Yaklaşık son on yıldır yapılan arkeolojik araştırmalarda elde edilen bulgular Petra’da insanların yaşamış olduğu yüzlerce yıl boyunca şehrin birçok farklı işlevi olabileceğini gösterir. Şehrin muhteşem girişi bir milden fazla uzunluğa sahip olan siq veya gittikçe yükselen altın-kahverengi karışımı renkli kumtaşı kaylıklarının içinden kıvrılarak geçen dar geçittir. Siq geçidinin kayalık duvarları yontularak üzerine yapılmış çok sayıda küçük Nabatean mezarı vardır. Ayrıca şehre ilk içme suyu taşıyan –bir zamanlar kil boruları da olan- kanallar da Nabateanların hidrolik mühendisliği alanındaki üstün becerilerinin bir kanıtıdır. Nabateanların mühendislik kabiliyetlerinin bir başka örneği de siq girişinin sağ tarafında görülebilir. 2000 yıl önce olduğu gibi bugün de yıllarca süren yağışlardan sonra Musa Vadisi’nden siq geçidine su akıyor ve bu da şehri sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. 1963’te Petra’da büyük bir sel oldu ve sonrasında hükümet sel suyunu yönlendirmek için bir baraj yapma kararı aldı. Barajın inşaatı sırasında kazı yapan işçiler hayret verici bir gerçekle karşılaştılar. Buldukları, Nabateanların tahminen MÖ 2. Yüzyılda yapmış oldukları barajdı. Bu baraj, sel suyunun yönünü yeniden insanların kullanımı için şehir merkezine çeviren dahice tasarlanmış tünellerden oluşan bir sistem aracılığıyla suyu şehrin girişinden alıp kuzey kısımlara taşımak için kullanılmıştır.
Siq geçidi çarpıcı bir manzara oluşturarak Petra’nın en ünlü ve etkileyici anıtlarından biri olan, Yunan ve Roma kültüründen izler taşıyan Hazine’ye (Arapçada El-Khazneh) açılır. Hazine adı, yapının en üst kısmında duran devasa taş vazonun içinde saklı bir firavun hazinesi olduğunu söyleyen bir Bedevi efsanesinden gelir. Hikâyeye inanan Bedeviler vazoyu vurup düşürerek hazineyi ele geçirme umuduyla belli aralıklarla vazoya ateş ediyorlardı. Vazonun üzerinde bugün hala görülebilen birçok delik bu yaptıklarının bir kanıtıdır. Hazine’nin sert kumtaşı kayalarından yontulmuş ve iyi korunmuş ön cephesi, etkileyici güzellikte sütunlar ve Nabatean tanrıları ile mitolojik karakterlerini gösteren özenle yapılmış heykellerle süslenmiştir. Bu harikulade anıt yaklaşık 40 metre yüksekliğinde ve 27 metre genişliğindedir. Yapı, belki de kralın arka tarafta bulunan küçük bölmedeki kabriyle birlikte kraliyet ailesi mezarlığı olarak kullanılmış olabilir. Bir diğer ihtimal de tapınak görevi görmüş olmasıdır; ancak hangi tanrı ya da tanrılara adandığı konusunda bilgi yoktur. Hazine’nin tam olarak ne zaman yapılmış olduğu kesin değildir, ancak doğruluk payı en yüksek ihtimal, yapının MÖ 1. Yüzyıl sıralarında yapılmış olduğudur.
Petra’da bugüne dek ayakta kalabilmiş birkaç binadan biri de, nedense Qasr al-bint Firaun (Firavun’un Kızının Kalesi) olarak bilinen duvarcılık sanatı kullanılarak yapılmış devasa yapı; Dushares Tapınağı’dır. Büyük ölçüde yenilenmiş bu sarı kumtaşından tapınak yükseltiliş bir platformun üstünde durmaktadır ve yaklaşık 23 metre yüksekliğinde duvarları vardır. MS 30 ile 40 yılları arasında yapılmış olan tapınak, Nabateanların ana tanrısı Dhushares’e adanmıştır. Petra’daki en geniş ön cepheye sahip yapıdır. Binanın iç kısmı üç odaya ayrılır, ortadaki oda ibadethane olarak kullanılır.
Bu yapının karşısında, adını giriş yolunun her iki tarafına işlenmiş iki aslan figüründen alan Kanatlı Aslanlar Tapınağı vardır. Bugüne dek bulunmuş en önemli Nabatean tapınağı olan bu yapı, Amerikalıların Petra’da 20 yılı aşkın bir süre boyunca yaptığı araştırma ve kazıların konusu olmuştur. Görünüşe bakılırsa tapınak İslamiyet öncesi Arapların bolluk tanrısı Allat’a adanmıştır. Allat, Mekke’nin üç ana tanrıçasından biridir. Kanatlı Aslanlar Tapınağı tek bir bina değil, içinde atölyeler ve oturma alanları olan gerçek bir ibadethane merkezidir. (Atölyelerden birinde hediyelik eşya üretimi bile yapılmıştır!) Tapınağın Lut Gölü Yazmaları’nda Petra’daki Afrodit Tapınağı diye geçen yer olduğu neredeyse kesindir. Bölgedeki kazılarda birçok madde çıkarıldığı için, bölgede tam olarak ne zaman insan yaşamının olduğu bilinir. Tapınak MS 28 yılının Ağustos ayında kurulmuş ve MS 363’te şehirdeki birçok binayı yerle bir eden depremde yıkılmıştır.
Petra’daki en büyük (ve en dikkat çekici anıtlardan biri olan) anıt El Deir Manastırı’dır. Bu anıt adını Bizans döneminde (MS 330 – 1453) kilise olarak kullanılmış olmasından alır. Yüksek, dağlık bir kesimde harika bir konuma sahip olan yapı, 50 metre genişliğinde ve 45 metre yüksekliğindedir. Yaklaşık 8 metrelik büyük bir girişi vardır. Aslında Manastır, kendisinden daha ünlü bir yapı olan Petra anıtının daha geniş, kötü hava şartlarından etkilenmiş ve pürüzlü bir şekline benzer. Arkeologlar El Deir’in Nabatean Kralı II. Rabel’in zamanında (MS 76-106) yapılmaya başlandığı, ancak tamamlanamadığı görüşündedirler.
Petra 1869’da Harrison Ford’un rol aldığı Indiana Jones ve Son Haçlı Seferi isimli filmle tekrar kamuoyunun gündemine gelmiştir. Filmde Petra, yüzlerce yıllık gizli bir tapınak ve Harrison Ford’un sonunda Kutsal Kase’yi bulduğu yer olarak geçmektedir. Şehir 2005’te Dalai Lama’nın gül kırmızısı şehirde “Tehlike Altındaki Dünya” başlıklı iki günlük bir konferans düzenleyen, aralarında aktör Richard Gere’nin de bulunduğu bir grup Nobel Ödülü sahibine öncülük etmesiyle tekrar haberlerde yer almıştır. Tarihi şehrin büyük bölümünün muhteşem şekilde korunmuş olması, içindeki yapıların çoğunun sert kayalar oyularak yapılmış olmasıyla açıklanabilir. Ancak birçok tarihi anıtta olduğu gibi, Petra’daki kumtaşı yapılar da yoğun turist akınından dolayı tehlike altındadır. Özellikle diğerlerinden ayrı duran binalar tuz, su ve toprak erozyonundan olumsuz etkilenmektedirler. 6 Aralık 1985’te Petra, UNESCO’nun Dünya Miras Listesi’ne girmiştir. Son birkaç yıldır çevreciler 2000 yılı aşkın geçmişe sahip bu yapıların orijinal kumtaşına mümkün olduğunca yakın bir şekilde özel olarak tasarlanmış bir karışımla taştaki delik ve çatlakları kapatarak anıtı korumak için çalışmaktadırlar.
Gizlenen Tarih – Brian Haughton
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder