Bu Blogda Ara

19 Nisan 2013 Cuma

Bir Türlü Çözülemeyen Tanrılar Meselesi




Bütün eski toplumların kültürlerinde birçok ilahla karşılaşırız. Bu ilahlar onların putperest olduklarını hiçbir zaman göstermez. İlah demek yaradan demek değildir. Eski devirlerde yaşayan insanların inançlarını ve kültürlerini tam anlamıyla anlamak istiyorsak başta bu meseleyi açıklığa kavuşturma mecburiyetimiz vardır. Aksi takdirde bu kültürlere nüfuz edebilmemiz imkansız bir hale gelecektir ki; günümüzde böyle bir sıkıntının özellikle yurdumuzda yaşanmakta olduğunu söylemek istiyorum. Nedense bir türlü bu konu açıklığa kavuşturulmamıştır.

İlahlar, tanrılar ya da tanrıoğulları olarak geçen ifadelerin hepsi kullanıldığı yere göre değişik anlamlar ifade eder. Bunları başlıca üç grupta toplayabiliriz.

1.       Bilgeleri ve Büyük İnisiyatörleri İfade Eder; Bunlar çoğunlukla Atlantis’te yaşamış olan bilge rahiplerdir. Mitolojilerde ilahlar olarak ele alınmıştır. Thoth ve Hermes bunlar içinde en çok bilinenleridir. Bu grupta ele alınan ilahlar ve tanrılar aynı zamanda bazen inisiyasyondaki öğretmenleri bazen de bu inisiyasyondan mezun olan öğrencileri de ifade eder.
2.       Kozmik Yasaları İfade Eder; Evrende mevcut olan bazı yasaları ve prensipleri ifade eder. Yunan Mitolojisi’nde geçen Zaman Tanrısı: Kronos, Ateş Tanrısı: Hapehistos bu sınıfta ele alınan ve kozmik yasaları ve prensipleri ifade eden sembollerden sadece birkaç tanesidir.
3.       Ruhsal İdare Mekanizmasını İfade Eder; Fizik dünyaların görüp gözeticiliği fonksiyonunu belirli bir plan dahilinde yürüten ve ruhsal potansiyelleri son derece gelişmiş yönetici varlıkların sembolik anlatımıdır. Dinsel öğretilerde sözü edilen “Rab” ve “Baba” sözcükleri bu grupta değerlendirilmesi gereken sembolleri içerir. Konunun bu yönü yüzyıllardır büyük bir sır olarak saklanmıştır. Ancak konunun bu yönü tüm mitolojilerde ve dinlerde kısmen açık bir şekilde insanlara anlatılmıştır. Araştırıldığında herkesin karşısına çıkmaya hazır beklemektedir.

“Kutsal Ruh”, “Büyük Ruh”, “Baba”, “Rab”, “İndra”, “Zeus”, “Ruhül Kudüs”, “Yehova”, “El İlah”, hep bu grupta geçen önemli sembollerdir.

Bunların hiçbiri Kadir-i Mutlak Yaradan anlamında kullanılan isimler değildir. Bu iki hususu kesin olarak birbirinden ayırmak gerekir.

İşte eski devirlerde yaşayan insanların inançlarını ve kültürlerini anlatan mitolojik ve dinsel metinlerde geçen ilahlar ve tanrılar sözcükleri kısaca özetlemeye çalıştığım bu üç grupta ele alınmıştır. Hangi sembolün hangi grupta işlendiğini ortaya çıkartmak için karşılaştırmalı araştırmalara gerek vardır.

Ergun Candan – Gizli Sırlar Öğretisi

Petra: Kayalıkların Üzerindeki Gizemli Şehir


Tarihi harabe şehir Petra, Ürdün’deki Lut Gölü’nün 50 mil güneyinde, bugünkü Umman topraklarının oluşturduğu bir çemberin içindedir. Bölgenin koruma altındaki konumu öyle bir haldedir ki; bugün bile oraya yalnızca yürüyerek ya da ata binerek ulaşmak mümkündür. Petra’ya genişliği yer yer sadece birkaç metreye kadar inen, siq (Arapça’da yarık anlamında) diye bilinen kayadaki karanlık, dolambaçlı bir çatlaktan girilir. Çölün bu gizemli yerinde yaklaşık 1000 anıt vardır. Bir zamanlar burada çeşmeler, bahçeler ve sürekli bir su kaynağı da vardı. Ancak niçin böylesine ıssız ve çorak yerdeki bir kumtaşından yontulmuştur? Acaba bu görkemli şehri kim yapmıştır ve orada yaşayanlara ne olmuştur?

Petra’da yaşadığı bilinen ilk nüfus Edomitler olarak tanınan, Sami dillerinden birini konuşan, İncil’de Esau’nun torunları olarak bahsedilen bir kavimdir. Ancak Petra’daki inanılmaz mimarinin büyük bir kısmı Nabateanlar adlı halkın eseridir. Nabateanların soyu göçmen Araplara dayanır. Ancak MÖ. 4. Yüzyıla gelindiğinde Filistin ve Güney Ürdün’ün çeşitli kısımlarına yerleşmeye başlamışlar ve aynı yıllarda Petra’yı başkent yapmışlardır. Bölgenin Araplar, Asurlular, Mısırlılar, Yunanlılar ve Romalılar arasındaki bir ticaret yolu üzerindeki kendiliğinden ayrıcalıklı konumu Nabateanların güçlenmesine imkân tanımıştır. Arabistan ve Suriye arasındaki kervan yolunun kontrolünü eline geçiren Nabateanlar kısa sürede kuzeyde Suriye’ye uzanan bir ticari imparatorluk kurdular ve Petra şehri baharat ticaretinin merkezi haline geldi. Nabateanların Petra’da edindikleri servet, kendi gelenekleriyle Helen etkisini harmanlayan bir tarzda yapılar inşa etmelerini ve kayalar oymalarını sağlamıştır. Nabateanların Petra’daki en büyük eserlerinden birisi mecburiyetten ortaya çıkmıştı. Şehirleri, sıcaktan kavrulan bir çölün kenarındaydı, bu yüzden bir su kaynağı bulmak en önemli sorundu. Bu ihtiyacı karşılamak üzere son derece gelişmiş barajlar inşa ettiler, ayrıca su depolama ve sulama sistemleri buldular. Ama Nabateanların bu zenginliği komşularını rahatsız etti ve MÖ. 4. Yüzyılın sonlarında Selefkilerin kralı Antigonus’un başkentlerine düzenlediği saldırıları geri püskürtmekle uğraşmak zorunda kaldılar. Selefki İmparatorluğu MÖ. 312’de Büyük İskender’in generallerinden biri olan I. Seleukos tarafından kuruldu ve İskender’in İmparatorluğunun doğudaki kısmının büyük bir bölümüne sahipti. MÖ. 64-63 yıllarında Nabateanlar Romalı General Pompey’in işgaline uğradılar ve MS 107’de İmparator Trajan’ın kontrolü altında bölge Roma şehri Arabia Petraea sınırlarına dahil oldu. Bu fethe rağmen Petra Roma döneminde de gelişmeye devam etti ve şehre çok büyük bir tiyatro, sırayla dizili sütunlarla kaplı bir cadde ve siq çatlağı boyunca uzanan bir Zafer Kemeri gibi çeşitli yapılar eklendi. Petra nüfusunun en yüksek olduğu zamanda 20.000 – 30.000 kadar olduğu tahmin edilmektedir. Ancak Suriye’nin merkezindeki Palmyra şehrinin İran, Hindistan, Çin ve Roma İmparatorluğu’nu bağlayan ticaret yolu üzerinde önemi artınca, Petra’nın ticari faaliyetleri azalmaya başlamıştır.

4. Yüzyılda Petra Hıristiyan Bizans İmparatorluğunun egemenliği altına girdi, ancak MS 363’te şehrin işgal edilmemiş kısımları büyük bir depremde yıkıldı ve Nabateanların şehri terk etmeleri de tahminen bu sıralarda oldu. Kimse bölgeyi neden terk ettikleri konusunda kesin bir fikir sahibi değildir. Ancak görünüşe bakılırsa bunun sebebi deprem değildir çünkü bölgede çok az değerli eşya ulunmuştur ve bu da ayrılmalarının ani bir şekilde gerçekleşmediğinin bir kanıtıdır. Bir başka büyük deprem (MS 551) şehri neredeyse tamamen yıktı. 7. Yüzyılda bölgeyi Müslümanlar fethettiğinde Petra artık haritadan silinmek üzereydi. MS 747’de ağır hasara yol açan başka bir deprem meydana geldi ve şehrin yapısını daha da bozdu. Bu depremin ardından 12. Yüzyılın başlarına dek şehirde sessizlik hüküm sürdü. Bu sessizlik şehrin içine küçük bir kale yapan Haçlı Ordularının gelişiyle sona erdi. Haçlılar 13. Yüzyılda şehri terk ettikten sonra Petra, bir zamanların bu büyük şehri, kalıntıları bile unutulana kadar onu toprağın altına gömmeyi sürdüren kum fırtınalarına ve sellere maruz kalmıştır.



Kayıp şehir Petra’nın yeniden keşfi ve batı dünyasına tanıtılması 1812’de Anglo-İsviçreli kâşif Johann Ludwig Burckhardt’ın çalışmalarıyla gerçekleşmiştir. O sıralarda Burckhardt bilgi toplamak ve Arap yaşamını tanımak amacıyla Müslüman bir tüccar kılığında (Şeyh İbrahim Bin Abdullah adını kullanarak) Ortadoğu’da seyahat ediyordu. Petra’nın hemen dışında küçük bir yerleşim olan Elji’de bulunduğu zaman Musa Vadisi dağlarındaki kayıp bir şehirden bahsedildiğini duydu. Kendisini bu eski bölgede kurban kesmek isteyen bir hacı olarak tanıtan Burckhardt, o civarda oturan iki köylü Bedevi’yi ona şehri tanıtırken bahsettiğimiz dar geçidin içini gezdirmeye ikna etti. Muhtemelen Burckhardt’ın Petra kalıntılarında tek yapabildiği, Harun Peygamber’in tapınak temelinde keçi kurban edip Elji’ye dönmeden önce çıktığı kısa bir tur olmuştur. Ancak kaşif harabelerin bir haritasını çıkarmayı başardı ve günlüğüne Petra’yı yeniden keşfettiğini bildiren bir not düştü.

Burckhardt’ın zamanından beri birçok gezgin, bilgin ve arkeolog, kayalar yontularak yapılmış ve böylesine gizli bir konuma sahip olan Petra şehrinin yapılış amacın ne olabileceği sorusuna yanıt bulmaya çalışmıştır. Bölgenin romantik tarihi atmosferi, 1845’te William Burgon’un Petra adlı şiirinde şehri evrenin yarı yaşındaki gül kırmızısı şehir olarak anlatan ünlü dizesinde aynen anımsanabilir. Ancak u tuhaf bölgenin tam olarak işlevi neydi? Burası kale mi, ticari merkez mi yoksa kutsal bir şehir miydi? Bölgede birçok kraliyet mezarlığı ve bunun yanında umumi mezarlık ve yer altı mezarlığı (son ikisi muhtemelen suçluların diri diri gömüldüğü yerlerdir) bulunmaktadır. Yaklaşık son on yıldır yapılan arkeolojik araştırmalarda elde edilen bulgular Petra’da insanların yaşamış olduğu yüzlerce yıl boyunca şehrin birçok farklı işlevi olabileceğini gösterir. Şehrin muhteşem girişi bir milden fazla uzunluğa sahip olan siq veya gittikçe yükselen altın-kahverengi karışımı renkli kumtaşı kaylıklarının içinden kıvrılarak geçen dar geçittir. Siq geçidinin kayalık duvarları yontularak üzerine yapılmış çok sayıda küçük Nabatean mezarı vardır. Ayrıca şehre ilk içme suyu taşıyan –bir zamanlar kil boruları da olan- kanallar da Nabateanların hidrolik mühendisliği alanındaki üstün becerilerinin bir kanıtıdır. Nabateanların mühendislik kabiliyetlerinin bir başka örneği de siq girişinin sağ tarafında görülebilir. 2000 yıl önce olduğu gibi bugün de yıllarca süren yağışlardan sonra Musa Vadisi’nden siq geçidine su akıyor ve bu da şehri sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. 1963’te Petra’da büyük bir sel oldu ve sonrasında hükümet sel suyunu yönlendirmek için bir baraj yapma kararı aldı. Barajın inşaatı sırasında kazı yapan işçiler hayret verici bir gerçekle karşılaştılar. Buldukları, Nabateanların tahminen MÖ 2. Yüzyılda yapmış oldukları barajdı. Bu baraj, sel suyunun yönünü yeniden insanların kullanımı için şehir merkezine çeviren dahice tasarlanmış tünellerden oluşan bir sistem aracılığıyla suyu şehrin girişinden alıp kuzey kısımlara taşımak için kullanılmıştır.

Siq geçidi çarpıcı bir manzara oluşturarak Petra’nın en ünlü ve etkileyici anıtlarından biri olan, Yunan ve Roma kültüründen izler taşıyan Hazine’ye (Arapçada El-Khazneh) açılır. Hazine adı, yapının en üst kısmında duran devasa taş vazonun içinde saklı bir firavun hazinesi olduğunu söyleyen bir Bedevi efsanesinden gelir. Hikâyeye inanan Bedeviler vazoyu vurup düşürerek hazineyi ele geçirme umuduyla belli aralıklarla vazoya ateş ediyorlardı. Vazonun üzerinde bugün hala görülebilen birçok delik bu yaptıklarının bir kanıtıdır. Hazine’nin sert kumtaşı kayalarından yontulmuş ve iyi korunmuş ön cephesi, etkileyici güzellikte sütunlar ve Nabatean tanrıları ile mitolojik karakterlerini gösteren özenle yapılmış heykellerle süslenmiştir. Bu harikulade anıt yaklaşık 40 metre yüksekliğinde ve 27 metre genişliğindedir. Yapı, belki de kralın arka tarafta bulunan küçük bölmedeki kabriyle birlikte kraliyet ailesi mezarlığı olarak kullanılmış olabilir. Bir diğer ihtimal de tapınak görevi görmüş olmasıdır; ancak hangi tanrı ya da tanrılara adandığı konusunda bilgi yoktur. Hazine’nin tam olarak ne zaman yapılmış olduğu kesin değildir, ancak doğruluk payı en yüksek ihtimal, yapının MÖ 1. Yüzyıl sıralarında yapılmış olduğudur.



Petra’da bugüne dek ayakta kalabilmiş birkaç binadan biri de, nedense Qasr al-bint Firaun (Firavun’un Kızının Kalesi) olarak bilinen duvarcılık sanatı kullanılarak yapılmış devasa yapı; Dushares Tapınağı’dır. Büyük ölçüde yenilenmiş bu sarı kumtaşından tapınak yükseltiliş bir platformun üstünde durmaktadır ve yaklaşık 23 metre yüksekliğinde duvarları vardır. MS 30 ile 40 yılları arasında yapılmış olan tapınak, Nabateanların ana tanrısı Dhushares’e adanmıştır. Petra’daki en geniş ön cepheye sahip yapıdır. Binanın iç kısmı üç odaya ayrılır, ortadaki oda ibadethane olarak kullanılır.

Bu yapının karşısında, adını giriş yolunun her iki tarafına işlenmiş iki aslan figüründen alan Kanatlı Aslanlar Tapınağı vardır. Bugüne dek bulunmuş en önemli Nabatean tapınağı olan bu yapı, Amerikalıların Petra’da 20 yılı aşkın bir süre boyunca yaptığı araştırma ve kazıların konusu olmuştur. Görünüşe bakılırsa tapınak İslamiyet öncesi Arapların bolluk tanrısı Allat’a adanmıştır. Allat, Mekke’nin üç ana tanrıçasından biridir. Kanatlı Aslanlar Tapınağı tek bir bina değil, içinde atölyeler ve oturma alanları olan gerçek bir ibadethane merkezidir. (Atölyelerden birinde hediyelik eşya üretimi bile yapılmıştır!) Tapınağın Lut Gölü Yazmaları’nda Petra’daki Afrodit Tapınağı diye geçen yer olduğu neredeyse kesindir. Bölgedeki kazılarda birçok madde çıkarıldığı için, bölgede tam olarak ne zaman insan yaşamının olduğu bilinir. Tapınak MS 28 yılının Ağustos ayında kurulmuş ve MS 363’te şehirdeki birçok binayı yerle bir eden depremde yıkılmıştır.

Petra’daki en büyük (ve en dikkat çekici anıtlardan biri olan) anıt El Deir Manastırı’dır. Bu anıt adını Bizans döneminde (MS 330 – 1453) kilise olarak kullanılmış olmasından alır. Yüksek, dağlık bir kesimde harika bir konuma sahip olan yapı, 50 metre genişliğinde ve 45 metre yüksekliğindedir. Yaklaşık 8 metrelik büyük bir girişi vardır. Aslında Manastır, kendisinden daha ünlü bir yapı olan Petra anıtının daha geniş, kötü hava şartlarından etkilenmiş ve pürüzlü bir şekline benzer. Arkeologlar El Deir’in Nabatean Kralı II. Rabel’in zamanında (MS 76-106) yapılmaya başlandığı, ancak tamamlanamadığı görüşündedirler.



Petra 1869’da Harrison Ford’un rol aldığı Indiana Jones ve Son Haçlı Seferi isimli filmle tekrar kamuoyunun gündemine gelmiştir. Filmde Petra, yüzlerce yıllık gizli bir tapınak ve Harrison Ford’un sonunda Kutsal Kase’yi bulduğu yer olarak geçmektedir. Şehir 2005’te Dalai Lama’nın gül kırmızısı şehirde “Tehlike Altındaki Dünya” başlıklı iki günlük bir konferans düzenleyen, aralarında aktör Richard Gere’nin de bulunduğu bir grup Nobel Ödülü sahibine öncülük etmesiyle tekrar haberlerde yer almıştır. Tarihi şehrin büyük bölümünün muhteşem şekilde korunmuş olması, içindeki yapıların çoğunun sert kayalar oyularak yapılmış olmasıyla açıklanabilir. Ancak birçok tarihi anıtta olduğu gibi, Petra’daki kumtaşı yapılar da yoğun turist akınından dolayı tehlike altındadır. Özellikle diğerlerinden ayrı duran binalar tuz, su ve toprak erozyonundan olumsuz etkilenmektedirler. 6 Aralık 1985’te Petra, UNESCO’nun Dünya Miras Listesi’ne girmiştir. Son birkaç yıldır çevreciler 2000 yılı aşkın geçmişe sahip bu yapıların orijinal kumtaşına mümkün olduğunca yakın bir şekilde özel olarak tasarlanmış bir karışımla taştaki delik ve çatlakları kapatarak anıtı korumak için çalışmaktadırlar.

Gizlenen Tarih – Brian Haughton

2 Nisan 2013 Salı

İnsan Bedeninin Sembolizmi





Bütün sembollerin en eskisi, en evrenseli ve en derini insan bedenidir. Gizem Okulları yasaların, elementlerin ve evrenin güçlerinin insan bedeninde özetlendiğini, insanın dışında var olan her şeyin insanın içinde bir benzere sahip olduğunu öğretmiştir. Evren, insan idrakinin ötesindedir ve kişi ilahi cezbe ile dolduğunda kısa bir süreliğine kişiliğinin sınırlarını aşabilir ve bütün yaratımın içinde yüzdüğü ilahi nura şahit olabilir.

İlk filozoflar, insan doğasının sınırlı çerçevesi içinde dışsal âlemlerin gizemlerinin tezahür ettiğini görmüşlerdir. Sonuç olarak Tanrı’yı Büyük İnsan, İnsanı Küçük Tanrı olarak gören gizli bir Tanrıbilimsel bir sistem oluşturmuşlardır. Büyük evrene Büyük Âlem veya Vücut anlamına gelen “Makrokozmos” denmiş, onun işlevlerini kontrol eden İlahi Hayat’a ise “Makroprosopus” denmiştir. İnsan vücuduna yani beşeri evrene ise “Mikrokozmos”, onun işlevlerini idare eden ruhsal otoriteye ise “Mikroprosopus” denmiştir. Pagan Gizem Okulları neofitlere öncelikle Makrokozmos ile Mikrokozmos arasındaki hakiki ilişkiyi öğretmekle ilgilenmiştir.

Kadim zamanların rahipleri insanı inceleyerek bir parçası oldukları semavi planın daha yüce ve soyut gizemlerini öğreniyorlardı. Onlara göre her uzvun kendine ait gizli bir anlamı vardı. Bu uzuvların oranları, kozmosun bütün kısımlarının ölçülerini veriyordu. O bilgelerin ve hiyerofantların sahip oldukları bütün bilgiyi taşıyan muhteşem bir bileşik semboldü. Kadim filozoflar, insanın, hayat bulmacasının anahtarı olduğunun farkına varmışlardır çünkü o, İlahi Plan’ın yaşayan imgesiydi. Gelecek çağlarda insanlık şu kadim sözlerin ciddiyetini bir kez daha tümüyle kavrayacaktır: “İnsan, insan olmanın ne demek olduğunu araştırmak demektir.”

Tanrı ile insan ikili bir yapıya sahiptir. Bu ikili yapının daha üstün olan kısmı görünmezken; aşağı olan kısmı görünür. Bu ikisi arasında bir de görünür ve görünmez doğanın birleştiği arabulucu bir alan vardır. Tanrı’nın ruhani doğası O’nun nesnel doğasına nasıl hâkimse, insanın nesnel doğası da, görünür maddi kişiliğinin görünmez sebebi ve hükmeden gücüdür.

Kadim irfanın bir başka mevhumuna göre ister ruhani, ister maddi olsun, bütün bedenlerin üç merkezi vardır.  Yunanlılar bunlara yukarı merkez, orta merkez ve aşağı merkez demiştir. Soyut zihinsel hakikatleri eksiksiz bir şekilde şeklen ve sembolle ifade etmek imkânsızdır. Çünkü metafizik ilişkilerin bir özelliğinin şekille temsili, onun diğer bir özelliğiyle çelişebilir. Genellikle yukarıda olan soyluluk ve güç bakımından daha üstün görülür. Oysa gerçekte merkezde olan hem yukarıda olduğu söylenene, hem de aşağıda olduğu söylenene göre üstündür. Okuyucu yukarı kelimesini kaynağa yakın, aşağı kelimesini kaynaktan uzak olarak düşünür, merkezi de kaynak olarak görürse algılamasında herhangi bir sorun kalmaz.

Üstün ya da ruhani merkez, diğer ikisinin ortasında olduğu için, bedendeki karşılığı, en ruhani ve gizemli organ olan kalptir. İkinci merkez (yukarı ve aşağı âlemlerin bağlantısı) fiziksel olarak en yüksekte duran organ, beyindir. Üçüncü (ya da aşağı) merkez fiziksel olarak en aşağıda olmasına rağmen çok büyük bir fiziksel öneme sahip olan üreme organlarıdır. Böylece sembolik olarak kalp hayatın kaynağı; beyin akılcı zekâ ile hayat formun birleştiği bağlantı ve üreme sistemi fiziksel organizmaların üretildiği gücün kaynağıdır. Bireylerin idealleri ve umutları bu üç merkezden hangisinin hâkim olduğuna bağlı olacaktır. Maddeci insanlarda en aşağı merkez en güçlüsüdür; entelektüel insanlarda merkez üsttekidir; fakat inisiyelerde –bu iki ucun ruhani nurun ışığında yıkanmasıyla- hâkim olan hem bedeni hem aklı kontrol eden kalptir. Ruhani doğa en yaygın şekilde kalple; zihinsel güç beyin epifizini temsil eden açık bir gözle; üreme sistemi ise bir çiçek, bir asa, kupa ya da elle sembolize edilir.

Bütün gizem okulları kalbi ruhani bilincin merkezi kabul etseler de, kalbi sık sık duygusal doğanın sembolü olarak ekzoterik bir anlamda da kullanmışlardır. Ezoterizm öğrencileri kadimlerin sık sık gerçek yorumlarını perdeler ardına gizlemiş olduklarını keşfederler. Beynin kalp yerine kullanılması da bu perdelerden biriydi.

Kadim gizem okullarının üç derecesi, birkaç istisna hariç, beşeri ve evrensel cisimlerin üç büyük merkezini temsil eden üç odada verilirdi. Mümkünse tapınağın kendisi de insan bedeni şeklinde yapılırdı. Aday bacaklar arasından girer, en yüksek dereceyi ise binanın beyne karşılık gelen yerinde alırdı. İlk derece maddi gizem ile onun sembolü üreme sistemiydi. Bu derece, adayı somut düşüncenin çeşitli mertebelerinde yükseltirdi. İkinci derece kalbe karşılık gelen odada verilirdi ve zihinsel bağlantıyı oluşturan orta gücü sembolize ederdi. Burada aday soyut düşünce sırlarına inisiye edilir, aklı yettiği ölçüde zihinsel olarak yükseltilirdi. Sonrasında beyne karşılık gelen odada ona sırların özü verilirdi. Burada inisiye ilk defa şu ölümsüz kelimelerin anlamını kavrardı: “İnsan gönlünden geçirdiği şeydir”.

Proclus, “On The Theology of Platon” (Platon’un Tanrıbilimi Üstüne) adlı eserinde şunu söylemektedir; “ Hakikaten (ilk) Alkibiades’te Sokrates doğru bir biçimde gözlemlemektedir ki ruh kendi içine girdiği zaman her şeyi ve hatta Uluhiyeti görecektir. Kendi kendinin, bütün hayatın merkezinin kıyısında, sahip olduğu çeşitli melekeleri bırakarak en yüksek kuleye çıkar. Söylenmiştir ki, sırların en kutsal olanında mistik, ilk olarak tanrıların huzurundan fışkıran bir çoklu formla ve birçok şekle sahip türlerle karşılaşır, fakat tapınağa girdikten sonra heyecansız, mistik ritüellerle korunmuş olarak kalbine ilahi nuru alır ve onların sözleriyle, kıyafetlerinden soyunarak, bir ilahi doğadan pay alır. Bana göre aynı ruh hali bütünün tefekküründe de yaşanmaktadır. Çünkü ruh kendisinden aşağı olan şeylere baktığı zaman gölgeler ve varlık suretleri görür. Fakat o kendini kendine yönelttikten sonra kendi özünden ve sahip olduğu akıldan işler. İlk bakışta hakikaten de sadece kendini görür; fakat kendini bilmede derinleştikçe kendinde hem aklı hem diğer varlıkları bulur. Çünkü içimizde her şey fiziksel olarak mevcuttur ve bu sayede bizler doğal olarak bütünün içimizdeki imge ve güçlerini harekete geçirerek her şeyi bilme gücüne sahibiz.”

Eski çağların ustaları, müritlerine bir imgenin gerçeklik olmayıp öznel bir fikrin nesnelleşmesinden ibaret olduğunu öğretiyorlardı. Tanrıların suretleri, tapınmak için tasarlanan nesneler değil, görünmez kuvvetler ve ilkelerin hatırlatıcıları ve mecazları olarak kabul edilmişlerdir. Kadim dinlerin çeşitli tanrı meclisleri, aslında Tanrı’nın sınıflandırılmış, kişiselleştirilmiş niteliklerini temsil eder. Bu açıdan Kabalacıların Melekler düzenine tekabül ederler. Kadim zamanların tüm tanrı ve tanrıçalarının aynı şekilde bu tanrıların onlara layık bir aracı olan elementlerin, gezegenlerin ve takımyıldızlarının insan bedeninde bir karşılığı vardır. Dört beden merkezi elementlere, yedi hayati organ gezegenlere, vücudun on iki kısmı Zodyak’a tekabül eder. İnsanın ilahi doğasının görünmez kısımları çeşitli dünya ötesi tanrılara ve nihayet gizli Tanrı da kemikteki iliğe tekabül eder. Hücrelerin insan yapısında sınırsız birimler olması gibi, insan da evrenin yapısında sınırsız bir birimdir. Bu ilişkilerin bilinip takdir edilmesine dayanan bir teoloji, derin bir hakikat içerir.

İnsanın fiziksel bedeninin beş ayrı uzantısı vardır: iki bacak, iki kol, bir baş. Bunlardan sonuncusu diğer dördünü yönetir. Böylece beş sayısı insanın sembolü olur. Piramidin dört köşesi kollara ve bacaklara, tepesi başa karşılık gelir ve böylece akli kuvvetin dört akıl dışı köşeyi kontrol ettiğini gösterir. Eller ve ayaklar dört elementi temsil etmek için kullanılmışlardır. Ayaklardan her biri toprak ve suya, eller ise ateş ve havaya karşılık gelmektedir. Beyin, beşinci elemente –esir- karşılık gelir. Eğer ayaklar birleştirilir ve kollar iki yana açılırsa, insan haçı sembolize eder. Haçın yukarı ucu rasyonel akla, insanın başına karşılık gelir. El ve ayak parmaklarının da özel önemleri vardır. Ayak parmakları 10 fiziksel yasayı, el parmakları ise 10 spritüel yasayı temsil eder. Her elin dört parmağı elementleri, her parmaktaki üç boğum elementlerin hallerini gösterir. Böylece bir elde 12 bölüm oluşur ki, bu da Zodyak’a tekabül eder. Başparmağın iki boğumuyla kökü Ulûhiyet’in üçlü doğasını gösterir. İlk boğum yaratıcı yön, ikinci koruyucu yön, kök ise doğurgan ve yıkıcı yöndür.

Sembolizmde insan başı genellikle aklı ve kendini bilmeyi gösterir. İnsan bedeni ulûhiyeti, en yüksek ruhsal hali temsil etmek için kullanılmıştır. Uluhiyet bazen bir göz, bir kulak, bir burun ve bir ağızla sembolize edilir. Birincisi ilahi emri sembolize eder.

Sembolizmde beden dikey olarak ikiye bölünür. Sağ taraf ışık, sol taraf karanlık olarak kabul edilir. Işık tarafı spritüel olanı, karanlık ise maddi olanı yönetir. Işık hayatın bir tezahürüdür dolayısıyla hayat ondan üstündür. Işığın altında olan şey karanlıktır, burada ışık geçici olarak var olurken, karanlık kalıcıdır. Hayat ışıktan önce geldiği için onun sembolü karanlıktır ve karanlık soyut, fark âleminin dışındaki varlığın gerçek doğasını ebediyen gizleyen peçedir.

Eski zamanlarda insanlar sağ elleriyle savaşmış, hayati organlarını sol elle tuttukları bir kalkanla korumuşlardır. Dolayısıyla bedenin sağ tarafı saldırgan, sol tarafı savunmacıdır. Bu sebeple bedenin sağ tarafı eril, sol tarafı dişil kabul edilir. Aynı şekilde insanın spritüel doğasının da onun sol tarafında, karanlık tarafında olduğu kabul edilir, çünkü kalp sol taraftadır. Karanlığı kötülükle ilişkilendiren yanlış uygulamalar nedeniyle birçok ulus hayırlı işler için sağ elini, tanrı nazarında kirli olup münasip görülmeyen işler için sol ellerini kullanmışlardır. Aynı nedenle kara büyü sol el yolu olarak adlandırılmıştır. Hatta Cennetin sağ, cehennemin sol tarafta olduğu söylenmiştir.

Kadimler, akıllı ve dürüst olmanın insanı spritüel yapacağına inanıyordu. Gizem okulları ruhani aydınlanmanın ancak aşağı doğanın belli bir saflık ve verimlilik durumuna getirilmesiyle elde edileceğini öğretiyordu.  İnsanın çok parçalı yapısının en hızlı ve en eksiksiz şekilde ruhani aydınlanma noktasına kadar nasıl yenileneceğinin bilgisi, kadimlerin gizli, ezoterik öğretisini oluşturan temeldi. Sadece fiziksel kısmını gördüğümüz bazı organ ve merkezler, gerçekte, spritüel merkezlerin perdeleri veya sandıklarıdırlar. Bunların neler olduğu ve nasıl açılacağı avama hiçbir zaman açıklanmamıştır. Çünkü insan herhangi bir sistemin nasıl çalıştığını tümüyle anladığında, istediği, ancak kontrol ve idare edemeyeceği sonuçlar yaratabilir.  Bu nedenle hazırlık dönemleri şart koşulmuştur, böylece tanrılar gibi olma bilgisi sadece ona layık olanların mülkü olur.

Bu bilgi zamanla kaybolsa dahi, avam için hiçbir anlam ifade etmeyen, ancak felsefi teolojinin temeli olan kişisel kurtuluş teorisini bilenlere apaçık görünen mesel ve mitlerde gizlenmiştir. Örneğin Yeni Ahit’in tamamı insanın yenilenmesine dair gizli süreçlerin dehalara özgü bir biçimde saklı ifadesidir.

Manly P. Hall "Tüm Çağların Gizli Öğretileri"