Yaşamlarımızın en başından beri hep
bir şeyler arzuladık. Kimi zaman güvende olmayı, kimi zaman doymayı, şımarmayı,
eğlenmeyi, çocuk kalmayı, âşık olmayı, insanların bizi sevmesini, özel olmayı,
bize yapılan haksızlıklara karşı güçlü olmayı hatta ve hatta haksızlık
yapanları haksızlığa uğratmayı vs. vs. vs… Birçoğumuz yaşadıklarımızdan “feyz”
aldığımızı sanarak birçok önyargı oluşturduk kendimize… Birçoğumuz
arzularımızın peşinde pervane olduk ve tüm gücümüzü arzularımızı yerine
getirmek için harcadık. Birçoğumuz başarısız oldukça kırıldık, içimize kapandık…
Bir şekilde hayat bizi gerdi, yordu ve bolca da üzdü. Çünkü başımızı bir türlü
kendi benliğimizden dışarı çıkaramadık. Evet, kendi benliğimizin dışına
uzatamadık ruhumuzu ve bedenimizin içine hapsolduk kaldık birçoğumuz… Çünkü
dünyada en önemli kişi kendimizdik. Bize göre dünyada en güzel, en akıllı, en
eşsiz olan bizdik… Aslında her birimiz ayrı ayrı eşsizken, kendimize aşırı
değer vermekten çevremizi, diğer ruhları yani bir bütün olarak bizi görmeyi
reddettik. Oysa doğayı, çevremizi, diğer insanları yargılamak ya da yok saymak yerine
inceleyerek doğa ana, ilahi düzen ya da tanrı/tanrıça ve sair kutsal inancımızı
anlama yoluna girebilirdik…